29 Mart 2015 Pazar

lohman brown tavuk fiyatları,dan islam bilgileri5

köy yumurtası,dan islam bilgileri5 bugün sizin icin en güzel yazılareımızı sizlere sunuyoruz ve sizinde bildiginiz gibi  en güzel yazılarımızı köy yumurtası islam bilgilerini sizlere sunuyor ve sizinde bu yazılarımızı okumnaız  icin köy yumurtası fiyatları diyorki Ahmed Ibni Kemâl Paşa’nın. onun hakkında yazdığı manzûme, türbesi dışındaki çini üzerine işlenmiştir. Çini üzerinde şunlar okunmaktadır:
PTşvAy-ı sâhib-i ehl-i eöeb,
MuktedA-ı tâlib-i Rûm-u -Areb,
Rehb«r-i ehl-ı tar!k-ı Halveti,
Ebülvefâ kim ^eytı SünbOl’dür lakab.
Mülk-i fâniden bekâ iklimine,
Gitti tevhîd ede o şinn leb.
Eyledi ^ehr-i Muhanem’de sefer, Leylet-ül-isneynde ol zünneseb.
Ağladı ol gün yolup saçın başın.
Döktü gözler yaşın her İbn-ü-eb.
N’oia münkir dökmese gözyaşını,
Senki hardan çıkar mı şu aceb.
Yerde gökte kamu ins-ü-melek.

Cem olup kıldı namazın bîtab,
Hâtif-ü-gaybî dedi târihini,
Nûr ola Sünbül Sinân’ın kabri hep.
Sünbül Sinân’ın vefâtından sonra, talebeleri okutmak üzere dâmâdı Merkez Efendi yerine geçti.
Sünbül Sinân hazretlerinin söylediği bir kıt’a şudur:
Sarây-ı vahdet olmuşken makâmım.
Bu kesret âlemin seyrâna geldim.
Çü birdir Sünbül? mârûfü ârif.
Edip dâvâ, deme irfâna geldim.
Sünbül Sinân hazretlerinin, Sünbülî tarîkatının usûl ve erkânı hakkında yazdığı Risâlet-ül-Et-vâr adlı eserinden başka, Risâle-i
Tahkîkiyye adlı bir eseri daha vardır.
1)ŞakâyıkH Nu'mânryye Tercümesi (MecdI EfsndO; t.371
2)Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye: 49 Baskı S.1146
3)Sef!net-ül-Evlfyâ; c.3, t.232
4)İslâm Alimleri Ansiklopedisi; c.14. s.350
5)Tezkiret-ül-Halvetiyye
6)Lemezât
SÜVEYD StNCÂRÎ; Büyük velîlerden. Şarkın büyük evliyâsı adıyla şöhret buldu. İsmi Süveyd Sincârî’dir. Nasrullah diyenler de vardır. Diyarbakır’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Musul’un yetmiş kilometre batısında bir kaza merkezi olan Sincar’da vefât etti. Kabr-i şerîfı orada olup, ziyâret mahallidir
Süveyd Sincârî hazretleri, Al-lahü teâlânın, kulları arasından seçtiği ve dilinde hikmetli sözler söylettiği ve hârikulâde hallere kavuşturduğu velî bir kuluydu. Herkes tarafından sevilip saygı ve hürmet gördü. İlim, amel, ihlâs, zühd sâhibi olup, dünyâ ve dün-yâlık olan şeylerden uzak durmakta emsalsizdi, ömrünün çoğunu Sincar ve civânnda geçirdi. Çok talebe yetiştirdi. Şeyh Haşan Telaiferî, Osman bin Aşûr Sincârî ve başka âlimler ona severek talebe olmuşlar ve sohbeti ile şeref-lenmişlerdir.
Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri de sık sık Süveyd Sin-cârî’yi anıp, medhederdi.
Evliyâlar Ansiklopedisi 109
8ÜVEYD SİNCÂRÎ
İKİ REKAT NAMAZ
Ahmed bin Hâmid Sıncârî anlatır:
Süveyd Sincârî hazretleriyle bir yıl hacca gittik. Çölde giderken su bulamadık. Çok şiddetli susuzlukla karşı karşıya kaldık. Ölmeye az bir şey kalmıştı. Süveyd hazretleri yanımızdan biraz ayrılıp az ileride iki rekat namaz kıldı. Ben de onun gibi yaptım. Namazdan sonra ellerini açıp duâ etti. Sonra yanında bulunan sert bir kaya parçasına ellerini dokundurdu. Hemen ondan bir su fışkırdı. Çok lezzetliydi. Mübârek elleriyle bana su verdi. İçtim, susuzluğum tamamen geçti. Süveyd hazretleri de İçti. Sonra elleriyle yine o taşa mesh edip dokundular. Hemen önceki hâle döndü. Ondan sonra tam yedi gün hiçbir şey yemedik. Asla açlık hissi duymadık.
Süveyd Sincârî hazretleri hikmetli sözleriyle güzel hal ve kerâ-metleriyle tanınıp meşhur oldu.
Ebü’l-Mecd Sâlim anlatır: “Sincarlı bir adam durmadan velî ve âlimleri kötülerdi. Bir ara hastalandı. ölüm halleri görülmeye başladı. Ona; “Kelime-i şehâdeti söyle!” dediklerinde; “Söyleyemiyorum.” dedi. Hemen Süveyd Sincârî hazretlerine koşup durumunu anlattılar. O da merhamet edip yanına geldi. Bir müddet düşündükten sonra başını kaldırıp; “Şimdi söyle!” buyurdu. Adamın dili çözüldü ve rahatça Kelime-i şehâdeti söyledi. Sonra Sincârî hazretleri; “Bu kişi Allahü teâlânın sevgili kullarına dil uzattığı, onları kötülediği için böyle bir âkıbete mâruz kaldı. Biz de Rabbimize onun hakkında şefâatte bulun-
duk. Bana ilham edilip; “Evliyâm ! râzı olursa şefâatini kabûl eder, affederim.” denildi. Bunun üzeri-I ne Ma’rûf-i Kerhî, Sırrî-yi Sekâtî, i Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî ve Bâye-I zîd-i Bistâmî hazretlerine onu arz I edip bağışlamalarını ricâ ettim, i Hepsi affettiler. Ancak, ondan sonra dili çözülüp şehâdet keli-I meşini söyleyebildi.” buyurdu.
j Osman Sincârî anlatır: “Ho-I cam Süveyd Sincârî ile Sincar’da I bir sokakta giderdik. Hocam bir I adamın bir kadına dikkatli bir şe-I kilde baktığını gördü. Adam gözü I ve gönlü ile ona yönelmişti. Ho-i cam ona yaklaşıp haram olan bu işi yapmamasını bildirdi. Lâkin adam bundan vazgeçmedi. Hocam o zaman; “Yâ Rabbîî Bunun bakışını al. Tâ ki bir daha nâmahreme, yabancı kadınlara bakma-
SÜVEYD SİNCÂRf
sın.” buyurdu. O sırada adamın gözleri görmez oldu. Aradan bir hafta geçtikten sonra o kişi Sü-veyd hazretlerinin dergâhına gelip tövbe ve istiğfâr ederek günâh işlediğine pişman olduğunu bildirdi. Gözlerinin açılması için duâ ri-câ etti. Süveyd hazretleri ellerini açıp; “Yâ Rabbîl Bunun görür hâle gelmesini nasîb eyle. Zîrâ o, tövbe ve istiğfâr etti. Zâtına karşı özür diledi.” buyurdu. Bunun üzerine o kişinin gözleri görmeye başladı. Sonradan o kişinin gözü harama değse derhal gözleri görmez olur, haramdan uzak dursa görür hâle gelirdi.”
Süveyd Sincârî hazretleri bir mescidde ibâdetle meşgûldü. O sırada içeri bir âmâ girdi. Kıbleyi bilemeyip ters yöne namaza durdu. O zaman Sincârî hazretleri; “Yâ Rabbî! Bu kulunun gözünü nûrun ile aydınlat.” buyurdu. Alla-hü teâlâ bu hâlis duâyı kabûl edip derhal o kişinin gözleri görmeye başladı. O kişi, gözlerinin açıldığını anlayınca çok sevindi ve yirmi sene daha yaşadı. Gözlerine hiç zarar gelmedi.
Bir gün Süveyd hazretlerinin yolu bir yerdeki hastaya uğradı. Oradaki bütün doktorlar onun derdine çâre olacak bir ilaç bulamadılar. Bunun üzerine Süveyd hazretleri; “Yâ Rabbî! Sen bu kuluna lütfedip şifâ ihsân eyle.” diye duâ etti. Derhal o mecnûn kişi hastalıktan kurtuldu. Sonra da şifâ nîmetine şükredip hak yola hizmet etti.
Abdullah bin Ahmed anlatır: Sultan Sincar’a Şeyh Süveyd hazretlerini gammazlayıp, aleyhinde konuştular. Bunun üzerine Sultan Sincar onun huzûru-na getirilmesini emretti. Süveyd hazretlerinin talebeleri bunu duyunca çok korktular. Sultanın ona bir zarar vermesinden çekindiler. Süveyd hazretleri talebelerine; “Korkmayn. O bize zarar veremez.” buyurdu. Doğruca hazırlığını yapıp Sultanın kapısına vardı. O sırada Sultan şiddetli bir kulunca tutuldu. Sultanın bu rahatsızlıktan aklı başından gidecek şekildeydi. Benzi solmuştu. Onun bu hâlini görenler; “Bu belâ değildir. Ancak Süveyd hazretlerinin bed-duâsı olsa gerektir.” dediler. Hemen oradakiler Süveyd hazretlerini karşılayıp durumu bildirdiler ve; “Sultanın şifâ bulması için duâ temennî ettiler. Süveyd hazretleri de Allahü te-âlâya duâ etti. Ellerini yüzüne sürdüğünde Sultanın, kuluncu bıçak gibi kesilip, ağrıları yok oldu. Sultan Sencer durumu anlayınca, Süveyd hazretleri hakkındaki kötü zandan vazgeçip kendisinden af diledi ve sevenlerinden oldu.
1)MenâkıbüM-Ârifîn Kerâmât-il-Kâmilîn. Üniversite Kütüphânesi, No: 558, v.109
2)Kalâid-ül-Cevâhir, s.114
3Tabakât-üi-Kübrâ
4)Cârniu Kerâmât-il-Evllyâ
Evllyftlar Ansiklopedisi 111
ŞA'BÂN-I VELİ; On altıncı yüz-yıl OsmanlI velîlerinden. Kastamonu vilâyetinin Taşköprü kazâ-sında doğdu. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Küçük yaşlarda İstanbul’a giderek; tefsir, hadîs , fıkıh ilimlerini öğrendi. Zâ-hirî ilimlerde yetişmiş bir âlim olarak Kastamonu’ya dönerken, Bolu’da Hayreddîn-i Tokâdî hazretlerine uğradı. Tasavvufta üstâd olan Hayreddîn-i Tokâdî, Halveti yolunun büyüklerindendi. Hayreddîn-i Tokâdî, kendisini ziyaret
ŞA'BAN DEDE
Anadolu'nun fethinde bulunan Selçuklu gâzi dervişlerinden. I097'de Bizans şehirlerinden olan Lodikya'nın alınması sırasında yapılan savaşlarda şehîd olmuştur. Denizli Merkez Irlağanlı Kasabası Tekke Mevkiindeki mezarlıkta bulunan türbesi, yöre halkı tarafından ziyârel edilmektedir.
Şa'bân>ı Velî'nin Kastamonu'daki Külliyesi.
eden bu kâbiliyetli talebeyi bir müddet memleketine gönderme-yip yanında bıraktı. Şa'bân-ı Velî senelerce Hayreddîn-i Tokâdî’ye hizmet etmekle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Hocasının himmeti bereketiyle kısa zamanda yetişerek, tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Hocasının 1535 (H.941) de vefâtın-dan sonra halîfesi oldu. Şa’bân-ı Velî, Kastamonu’ya giderek, halkı irşâda, yetiştirmeye başladı. 1568 (H.976) da vefât edince, Kasta-monu’nurt Hisâraltı civârındaki türbesine defnedildi.
Şa'bân-ı Velî, dünyâya hiç meyletmezdi. Takvâ ve verâ ehli idi. Haramlardan şiddetle kaçar, hattâ şüpheli korkusu ile mübah-ların bile fazlasını terkederdi. Zamanlarının bir dakika boşa geç-
memesi için uğraşır, vaktini ibâdet ve insanlara faydalı olmakla geçirirdi. Kendisine sığınanları boş çevirmezdi. Dîn-i İslâmî yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını herkese anlatmakla vaktini değerlendirirdi. Dînin emirlerini yapmayan ve yasaklarından kaçınmayanlara ziyâdesiyle nasîhat eder, onların Ce-hennem'de yanmaması için elinden gelen gayreti gösterirdi. Getirilen hediyeleri, kendisi zâhiren çok fakîr olduğu halde, hepsini muhtaçlara, yetimlere dağıtırdı. Halkırî arasında Hakk'ı anardı. Görünüşte İnsanlar arasında bulunurdu, fakat kalbi İle hep Allahü teâ-lâyı hatırlar, hakîkî sâhibinden bir ân dahî gâfil olmazdı, yaptığı duâ-lar, kabûl olurdu.
Talebelerinden Muhyiddîn Usta anlattı: Bir gün hocamız
Evliyâlar Ansiklopedisi 113
ŞA'BÂN-I velî
Şa'bân-f Velî hazretlerinin huzû-runda idik. İlgaz yolundan bir kimse geldi ve hocamızın elini öptükten sonra; “Efendim! Yol üzerinde bir değirmenimiz vardı. Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik. Yeni taşı kaldırdık, tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı. Dereden tekrar çıkarıp yenne koymamız mümkün değildi. Çünkü taş çok ağırdı. Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve; “Yetiş ey Şa'bân-ı Velî hazretleri!..” diye imdâd istedik. O anda bir el, değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi, getirip yerine koydu. İşte, orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el, aynı eldir.” dedi.
Talebelerinden Mehmed Efendi anlattı: “Şa'bân-ı Velî haz-
I retlerinin talebesi olmakla şeref-; lendiğim sıralarda, onun pekçok kerâmetlerini gördüm, hâllerine şâhid oldum. Horasan evliyâsın-dan biri, talebelerinden hâl ehli olan birkaçına; “Anadolu’da derecesi yüksek, pek kıymetli bir velî yetişti. Arzu ettiği an melekler âlemini seyretmektedir. Siz de zi-yâretine gidiniz. Onun feyz ve bereketine, teveccühlerine kavuşunuz.” buyurdu. O talebeler de Anadolu’ya doğru yola çıkıp Kastamonu’ya yaklaştılar. Bu sırada Şa'bân-ı Velî, iki talebesine bir ayna verip; “Horasan dervişlerinden üçü ziyâretimize gelmektedir. Aynayı bu gelenlere veriniz.” buyurdu. Aynayı alan iki talebe, Horasanlı dervişleri karşılamaya çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, emânet olan aynayı gelenlere ver-
ı'bân-ı VelTnin Kastamonu'daki câmünds, talsbslerin 14 EviiyftlarAn*iklopMH«i
ŞA'BÂN-I VELÎ
DERDİME ÇÂRE
$a'bân-ı Velî, bir sene kendine âit bir odada halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı. İçerde nefsini terbiye etmek, yüksek dereceler katetmek için uğraştı. O sıralarda hac mevsimiydi. Kastamonulu bir kimse, hac vazifesini yapmak için Kâbe-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı. Kendisine yardım edecek bir yakını yoktu. Berâber geldiği kimseler, Mekke’den ayrılıp memleketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola çıkamamıştı. Memleket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı bir gün, yanına bir zât geldi. “Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir?” diye sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: "Kâbe’nin Hanefî mihrâbı yakınında beş vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu araştır. Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini gizlerse de, sen ısrarla; “Derdime çâre!..” de. O hacı; “Peki” diyerek, Hanefî mihrâbına gitti. Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden tanıdığı $a'bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar aradıysa da Şa'bân-ı Velî’yi göremedi. Bana bildirilen her-hâlde budur diyerek, sonraki namaz vaktim bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa'bân-ı Velî’yi görünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste derdini anlattı ve; “Beni memleketime götürmek Allahü teâlânın izniyle sizce mümkündür. Derdime çâre...” diye yalvardı. Şa'bân-ı Velî; “Mümkündür. Fakat sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız.” buyurdu. Hacı da sır saklayacağını bildirince, Şa'bân-ı Velî, namazdan sonra kimsenin bulunmadığı yerde görüşerek; gözlerini yummasını ve açmamasını söyledi. O zât sonunda; Allahü teâlânın izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa’bân-ı Velî’nin kerâmeti ile, kısa zamanda çok uzun yolu kat ederek memleketine gelmişti.
Evllyâlar Ansiklopedi»! 115
ŞA'BAN-I VELİ
diler. Horasanlı dervişler aynaya baktıklannda, içinde Şa'bân-ı Velî'nin tebessüm ederek kendilerine baktığını gördüler. Bu hâle hayret ettiler ve; “Bize bu kâfidir. Göreceğimizi gördük, Şa'bân-ı Velî’nin teveccühlerine kavuştuk." diyerek Horasan’a döndüler.”
Şa'bân-ı Velî’ye bir gün fakir bir kimse gelerek; “Efendim! Fakirim. Bir merkebim vardı, o da öldü. Şimdi ne ile çocuklarımın geçimini temin edeceğim? Ne olur duâ buyurun da, cenâb-ı Hak beni nâmerde muhtâc etmesin.” dedi. Şa'bân-ı Velî de, ellerini açarak bu fakir için Alla-hü teâlâya yalvardı. O sırada bir
atlı, yedeğinde bir katır ile Şa'bân-ı Velî hazretlerinin huzû-runa varıp; “Efendim! Bu katın size hediye etmek niyetiyle tâ memleketimden geldim. Lütfen kabûl buyurunuz.” dedi. Şa'bân-I Velî, yanında duran fakîre dönerek; “Ey fakîr! Allahü teâlânın sevdiklerine olan bağlılığın ve muhabbetin sebebiyle, cenâb-ı Hak sana, merkebin yerine daha güçlü bir katır ihsân etti. Nimetinin şükrünü bil ki, daha da çoğaltsın.” buyurdu ve katırı fakîre teslim etti. Katırı getiren kimse, bu işe şaşırıp kaldı ve hayretinden; “Sübhânallah” deyince, et-raftakiler; “Niçin hayret ediyor-

ŞA'BÂN-I VELÎ
Şa'bân-ı VelTnin sandukası.
sun?” diye sordular. O kimse de; “Bu katırı yarın getirecektim. Lâkin içime, hayırlı işi geciktirme, diye bir düşünce geldi. Bunda bir hikmet var diyerek acele ettim.” dedi.
Kürekçi Mustafa isminde, Şa'bân-ı Velî’yi çok seven biri anlattı: “Birisine bin iki yüz akçe borcum vardı. Onu ödemek için çok çalıştığım hâlde bir türlü para biriktirip veremedim. O kimse de, zaman zaman gelip parasını istiyordu. Ben her defâsında; “Biraz daha mühlet ver.” diyordum. Bu durumun böyle devâm etmeyeceğini anlayınca, bir velînin kabrine giderek; “Yâ Rabbî!
Enbiyân ve bu evliyân hürmeti için, bana borcum kadar dünyâ-lık ihsân eyle!” diye duâ eyledim. Oradan ayrıldıktan sonra, aklıma Şa'bân-ı Velî hazretleri geldi. Huzûr-i şerîflerine vardığımda yanında kimse yoktu. Beni görünce, oturduğu minderin altını işâret ederek; “Bunun altındakileri al!” buyurdu. Elimi uzatıp, bir miktârını aldım. Hepsini almadığımı görünce, bana; “Hepsini al. Hak teâlâ oradakilerin hepsini senin için gönderdi.” buyurdu. Bunun üzerine hepsini aldım. Sonra benim için el kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bunu darda koyma.” diye duâ etti. Huzûrundan ayrıldım.
Evliyâlar Ansiklopedisi 117
ŞA'BAN-I velî
Tenhâ bir yere vardığımda paraları saydım, tam borcum kadardı. Çok sevindim. Hemen gidip borcumu verdim. O günden beri hiç kimseye borçlanmadım, elhamdülillah."
Murâd Halîfe ismindeki imâm, bir gün Şa'bân-ı VelTyi zi-yârete geldi. O sırada Şa'bân-ı Velî câminin bahçesinde talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu.
Murâd Halîfe, bir müddet onlann yanına oturup sohbeti dinlemeye başladı. Dinledikçe, Şa'bân-ı Velî hazretlerinin büyüklüğünü anlıyordu. Bir ara Şa'bân-ı Velî'nin mübârek başını câminin kubbesi yüksekliğinde gördü. Hemen va-np, Şa'bân-ı VelTnin dizinin dibine oturdu ve elini öpmeğe başladı. Talebelerden biri yavaşça; “Bu adam ne yapıyor? Durup dururken hocamızın elini öpüyor.” de-
MİNDERİN ALTINDA
Bir zamanlar birinin, bir zâta borcu vardı,
0 devrin parasıyla, beş yüz akçe kadardı.
Bunu ödemek için, çok çalıştığı hâlde.
Bir türlü biriktirip, veremedi yine de.
Alacaklı o adam, zaman zaman gelerek,
İsterdi parasını, hem de sitem ederek.
"Biraz mühlet ver diye yalvardıysa da ona,
O mühlet vermeyince, çok üzüldü o buna.
Bir velînin kabrine, gitmeye karar verdi.
Onu vâsıta edip, şöyle duâ eyledi:
"Mâlumdur elbet sana, yâ Rabbî, benim hâlim. Bu velî, hürmetine, yardımcım ol sen benim.
Ödeyebilmem için, beş yüz akçeyi buna.
Bu borcum miktarınca, parayı gönder bana."
0 velî hürmetine, duâ edip dönerken,
Şâbân-ı Velî geldi, aklına onun birden.
Huzûruna vardı ki, kimse yoktu evinde.
Diz çökmüş otururdu, ibâdet mahallinde.
18 Evllyâlar AnsiKlopadial
ŞA'BÂN-I VELİ
yince, yanındaki kalb gözü açılmış olan talebe de; “Eğer hocamızın mübârek başının Arş-ı âlâya değdiğini görse, zevkten helâk olurdu." dedi.
Şa'bân-ı Velî, zaman zaman şehrin kenârında bulunan bir ulu çınar ağacının yanına gider, ağacın kovuğu içine oturarak Allahü teâlâ-yı zikreder, mahlûkları hakkında tefekkür ederdi. Bir gün, böyle
ağacın kovuğunda tefekkür edipl otururken, bâzı kimseler gelipı Şa'bân-ı VelTyi çağırdılar. Tefekkür etmeyi bırakıp gelenlerle berâber şehre giderken, arkalarında bir gürültü koptu. Geriye döndüklerinde, koca çınar ağacının da peşlerinden geldiğini gördüler. Bunun üzerine Şa'bân-ı Velî; “Ey yaşlı çınar! Daha gelme, yerinde kal!” buyurunca, köklerini sürükleyerek gelen ağaç, olduğu yerde kaldı.
O içeri girince, gösterip minderini. Buyurdu: "Gel al bunun, altındakilerini."
Hâlbuki henüz ona, bir şey söylememişti, Ondan başka kimse de, yanına gitmemişti.
Çekinerek oradan, bir miktar para aldı, Ve lâkin utancından, hepsini alamadı.
Allah’ın velî kulu, buyurdu ki o zaman: "Rabbimin ihsânıdır, al hepsini oradan."
Peki" deyip o dahi, alıverdi hepsini, âbân-ı Velî ise, kaldırdı ellerini.
cıyıp onun için, duâ etti Allah'a:
Yâ Rabbi, bu kulunu, darda koyma bir daha."
Bu kişi hem parayı, hem duâyı aldı ve. Sevinç ve huzûr ile, döndü ve geldi eve.
Oradan getirdiği, paraları çıkardı, Saydığında gördü ki, tam da borcu kadardı.
Gitti hemen koşarak, o alacaklısına. Borcunu ödeyerek şükretti Mevlâsına.
Yâ Rabbî, kul borcundan bizi de eyle halâs, İhsân et kalbimize, kavî îmân ve ihlâs.
Evliyâlar Ansiklopedisi
ŞA'BÂN-I VELÎ
Ömer Füâdî isminde bir sevdiği anlattı: Teyzemin başı çok ağrıyordu. Bu baş ağrısı için gitmedik doktor, içmedik ilâç bırakmadık. Kimden ne ilâç duyarsak onu deniyorduk. Fakat netice hiç değişmiyordu. Bir gün Şa'bân-ı Velî’ye gittik, durumu anlattıktan sonra duâ istedik. “Kur’ân-ı kerîmin her harfinde bin derde bin devâ vardır. Ondan şifâ aramayan şifâya kavuşamaz.” buyurdu ve bir Fâtiha-i şerife okudu. Oradan ayrıldık, eve gelirken teyze-ağrısını sorduğumda: “Elhamdülillah hiçbir ağrı ve sızı kalmadı." diyerek Şa'bân-ı Velî’ye duâ etti.
Şa'bân-ı Velî, 1568 (H.976) senesinde hastalandı. Hastalığının son günlerinde talebelerini başına toplayarak, ayn ayn nasihatlerde bulundu. Herbiriyle ve-dâlaştı. Helâllaştı. Son nefesinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât eyledi. Kastamonu’nun Hisaraltı civarındaki türbesine defnedildi. Vefâtı için şu mısrayı târih düşürdüler:
“Eyledi Şa'bân Efendi azm-ı dildâr-ı can!*
Türbesindeki kitâbede de şu beyt yazılıdır:
“Sarıl gel, dâmeni ihsânına sen Şeyh Şa'bân’ın
üleymâniye Kütüphânesi, Düğümlü Baba kısmı 569 numarada kayıtlı anâb-ı Şi'bân-ı Velî adlı el yazması eserin başlık resimli ilk sayfası.
Ihından geçip ma’mûr-u-âbâd olmak sen."
ıkâytk-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâl); s. 199 m İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Bas-İS.1147
mâkıb-ı Şa‘bân-ı Velî inet-ül-Evliyâ; c.3, s.38f İn Alimleri Ansiklopedisi; c.14, s.364
ŞA'Bİ; Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim, velî. İsmi, Âmir bin Şerâhîl, künyesi Ebû Amr, nisbeti Şa'bî'dir. Hemdân kabilesinin bir kolu olan Şa'b kabilesine mensup olduğu için, Şa'bî denmiştir. 641 (H.20) senesinde Basra'da doğup, 723 (H.104) yılında Kûfe'de ansızın vefât etmiştir. Aslen Yemenlidir. Babasının isminin Abdullah olduğunu söyliyenler de vardır.
Şa'bî hazretleri, büyük bir fa-kih (fıkıh âlimi, İslâm Hukuku âlimi) ve muhaddis (hadîs âlimi)dir. Hattâ İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe gibi, Ehl-i sünnet vel-cemâatm reîsi olan büyük bir müctehidin en büyük hocalarındandı. Saîd bin Müseyyib Medine'de, Mekhûl Şam'da, Hasan-ı Basrî Basra'da, Şa'bî Kûfe'de o as da dînin dört direği gibi' er.
Şa'bî hazretleri tefsir hususunda, çok ihtiyatlı ve tedbirli davranırdı. Tefsir ile^ ilgili açıklamaları, Resûlullah'tan ve Eshâb-ı kirâmdan gelen rivâyetlere dayanırdı.
O kırâat ilmini Abdurrahmân es-Selemî ve Alkame'den, Mu-hammed bin Ebî Leylâ da ondan rivâyet etmiştir. Şa'bî hazretleri, Hâris el-A'ver'den de hesap öğrenmiştir. Hârikulâde (çok üstün) bir zekâsı vardı. Onun kuvvetli ezber kabiliyeti, darb-ı mesel hâline gelmiştir. Eline kalem alıp, hiçbir şey yazmamıştı. Bununla beraber, kendisine rivâyet edilen ha-dîs-i şerîfi hemen ezberler, hiçbi-
Evliyâlar Ansiklopedisi 121
finin tekrâr edilmesine lüzum hissetmezdi. Derdi ki: "En az rivâyet ettiğim şey şiirdir. Bununla birlikte, istersem size tekrâr etmeksizin, bir ay devamlı şiir söyliyebili-rim."
Şa’bî'nin halîfe Abdülmelik bin Mervân ile arası çok İyiydi. Onun yakın dostu ve sohbet arkadaşıydı. Anlatılır kİ: Şa'bî, Abdülmelik tarafından sefir (elçi) olarak Rum Kayserine (Bizans İmparatoruna) gönderilmişti. Vazifesini yenne getirdikten sonra, Kayserden bir mektub ile geri dönmüştü. Abdülmelik mektubu okuyunca, Şa'bî'ye; "Biliyor musun, Kayser mektubunda ne yazmış?" dedi. Şa'bî; "Hayır bilmiyorum." dedi. Abdülmelik; "Senin dindaşlarının hâline şaşılır, nasıl olmuş da seni halîfe yapmışlar." dedi. Bunun üzerine Şa'bî; "Ey müminlerin emîri! O yalnız beni gördü. Seni görmüş olsaydı böyle yazmazdı." dedi. O zaman Abdülmelik, Şa'bî'ye; "Hayır, o bu yazısı ile seni öldürmek için, beni tahrik etmek istemiş." dedi. Gerçekten Kayserin o sözleri, bu maksadla yazılmış olduğu, daha sonra Kayserin kendi ifâdesinden anlaşılmıştır.
Şa'bî hazretleri Eshâb-ı ki-râmdan beş yüz mübârek zâta yetişmiştir. Ali bin EbîTâlib, Sa'd | bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd, Zeyd bin Sâbit, Kays bin Saîd j bin Ubâde, Ubâde bin Sâmit, Ebî Mûsâ el-Eş'arî, Ebû Mes'ûd j ^l-Ensârî ve daha birçok Sahâ- |
EvliyAlar Ansiklopedisi
beden (r.anhüm), Hâris bin eu AVer, Hârice bin Salt, Rebr bin Haysem, Süfyân-ı Sevrî, ibn-, Ebî Leylâ, Süveyd bin Gafele ve başka Tâbiîn-i kirâmdan hadîs-j şerîf rivâyet etmiştir. Ebû İshâk Sebîî, Saîd bin Amr bin Eşve’, İsmâil bin Ebî Hâlid, Beyân biri Bişr, Husayn bin Abdurrahmân, Süleymân bin MIhrân A'meş, Ebû İshâk Şeybânî gibi âlimler de ondan hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.
Şa'bî hazretleri buyurdular ki: "Fitne çıkaran âlimden ve câhil âbidden (çok ibâdet edenden) sakının. Bunların hâline meftûn olan (gönlünü kaptıran, aldanan) için ikisi de fitnedir. Hem de çok tehlikelidir."
"İnsanlar uzun zaman dinle yaşayacak, sonunda din gidecek. Sonra uzun zaman hayâya sarılacaklar, bir nevi utanma duygusu ile yaşîyacaklar, o da yok olacak, sonra onları bir rağbet ve istek yaşatacak, bir müddet de bu devam edecek. Sonra bu da, öbürleri gibi gidecek. Zannederim, bundan sonra gelecek zamanlar, birbirinden daha zor olacak."
"Keşke ilmim olmasaydı. Dünyâdan tertemiz çıksaydım. Âhirete vardığımda, hiç olmazsa bu hususta hesâba çekilmezdim."
"Bizim kendilerine yetiştiğimiz insanlar ilmi, aklı olan ve onunla amel edecek kimselere öğretmek için öğrenirlerdi. Ama
$A'Bİ
şimdi ilim tahsili yapanlar, akılsızlar, iyi ameli olmıyanlar için ilim öğreniyorlar."
Şa'bî’ye birisi kötü sözler söyledi. Bunun üzerine; "Hakkım-daki bu sözlerin doğru ise, Allahü teâlâ beni affetsin. Doğru değil de, yalan söylüyorsan, Allahü teâlâ seni affetsin." dedi.
"Cimri ile yalancıdan hangisinin Cehennem'in daha derinine atılacağını bilmiyorum."
Şa'bî hazretleri anlatıyor: Bir cenâze namazı kılındıktan sonra, binmesi İçin Zeyd bin Sâbit'e ka-tınnı yaklaştırdım. Bu sırada, Abdullah bin Abbâs gelerek, üzengiyi tutmak istedi. Zeyd bunu görünce; "Ey Resûlullah'ın amcazâ-desl, üzengiyi bırak." deyince, İbn-i Abbâs; "Bi^ mlere bu şe-orulunca, bilmiyorum demek, İlmin yarısıdır. Bilmediği bir şeyde Allah için sükût edenin alacağı sevâb, konuşandan az değildir. Çünkü, nefse en ağır gelen şey, bilmediğini kabûl etmektir."
"Din kardeşlerinin ayıplan-nı araştınp bulan kimse, arkadaş edinemez."
"Dünyâda iyi bir şey bırakana, Allahü teâlâ ona âhirette daha hayırlısını verir."
"Kâdı Şüreyh ile berâber-dim. Ona, birisi ile dâvâsı olan bir kadın geldi. Ağlamaya başladı. Bunun üzerine ben Kâdı Şü-reyh'e; "Yâ Ebâ Ümeyye! Herhalde bu kadın mazlumdur.” deyince, Kâdı Şüreyh; "Yâ Şa'bî, hazret-i Yûsuf'un kardeşleri de babalarına ağlayarak gelmişler-Bu kadının ağlaması, suçsuz uğunu göstermez." dedi.
"İnsanın sâlih olan çoluk ço-uğuna, dünyâ sıkıntılarından Korunacak kadar mal bırakması, diğer şeylerden daha fazîletlidir."
Pe^'namberlerden sonra ih-şmazlığa düşen her mutlaka haksızlar, (ip ve üstün gelmiş
dine yemin etti. O zaman gidip, kapısının önüne oturdum. Bana; •Ey Ebû Zeyd! Ben, sorunun cevâbını söylemıyeceğime, yemin ettim. Fakat sana üç şey söyli-yeceğim, iyi dinle. Bunları da aklından çıkarma. Birincisi, Allahü teâlânın yarattığı bir şey hakkında. bunu niçin yarattı, bundaki murâd ve hikmet nedir, deme! İkincisi, bilmediğin bir şeyi, ben onu biliyorum deme! Üçüncüsü, dînî meselelerde kendi aklına göre, mukâyese yapma! Bakarsın, bir helâli harâm, harâmı da helâl yapabilirsin. Neticede, ayağın sürçüp, tökezler, mahvolup gidersin." dedi.
"Nefsin arzu ve isteklerine "hevâ" denmesi, kimde bulunursa onları Cehennem'e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiplerine de, "Ehl-i hevâ" denmesi, bunlar Cehennem'e düşecekleri içindir."
Birinin câriyesi, onun vasıta-siyle müslüman olmuştu. Şa'bî hazretleri ona; "Hayatında en | hayırlı gün, bugünündür" buyurdu.
Şa'bî hazretlerine; "Falanca şahıs âlimdir" dediler. Şa'bî bunu söyleyene, "Onda ilmin güzelliğini göremedim" dedi. "İlmin süsü ve kıymeti nedir?" diye sorulunca, "Vekardır, âlim olan kişi, kibirli, sert ve kaba olmaz" buyurdular.
"İlmi ehline veriniz, ehli olmayana vermeyiniz. Yoksa günaha girersiniz."
Şa'bî'nin şu beyti in® arasında çok söyleniiJ^y^ "Gerçek hilm (yumuşa^ l"
! ma/) ho$nutlul< zamanında
“Terbiyeli, edepli, sâlih, kızını, fâsık erkekle evlendi, i ren, onun felâketine seben ^ olur."
"Bir kimse Şam'ın en uzak bir yerinden. Yemen'in en uzak köşesine yolculuk yapsa, yolculuğu sırasında, hayâtında faydalı olacak bir kelime öğrense, bu yolculuğu boşuna yapmış sayılmaz."
İbn-i Şîrîn dedi ki: "Kûfe'ye gelmiştim. Şa'bî'nin büyük bir ilim halkasının bulunduğunu gördüm. Bu sıralarda Resûlullah'ın Eshâbından da (r.anhüm) bir hayli hayatta olanlar vardı."
Eş'as bin Siyâr, babasından rivâyet etti: Şa'bî vefât edince, Basra'ya geldim. Hasan-ı Bas-rî'nin huzûruna girdim. "Yâ Ebâ Saîd! Şa'bî, vefât etti." dedim. Bunun üzerine; "İnnâ lillah ve in-nâ ileyhi râciûn. O ömrü uzun, ilmi çok ve müslümanlar arasında seçkin yeri olan bir zât idi." dedi.
I Sonra, oradan ayrılıp, İbn-i Sî-yanına geldim. Ona da i Şa bî nin vefâtını bildirince, o da j ^^asan-ı Basrî gibi söyledi."
I Âsim bin Süleymân dedi ki-O zaman, Kufelilerden, Basralı
ŞÂFİÎ; Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin İdrîs, künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmdan olan dördüncü dedesi Şâfî’ye nısbetle ŞâfiT nisbesiyle meşhûr olmuştur. Soyu, Kureyş kabilesinden olup hem anne hem baba tarafından Peygamber efendimizin soyu ile birleşmektedir. Annesi tarafından soyu Fâtıma binti Abdullah el-Mahmûd bin Haşan el-Müsennâ bin Haşan bin Ali bin Ebî Tâlib'e dayanır. Babası tarafından ise Peygamber efendimizin üçüncü dedesi olan Abdümenâf, Şâfiî hazretlerinin dokuzuncu dedesidir. 767 (H.150) senesinde Kudüs civârında Gazze'de doğdu. 820 (H.204) senesinde Mısır'da vefât
etti. Kabri Kâhire'deki Kurâfe Kabristanındadır.
Şâfiî hazretleri, henüz beşikte İken babası vefât etti. Annesi onu iki yaşındayken asıl memleketleri olan Mekke'ye getirdi. Çocukluğu orada geçen Şâfiî, zekâ ve olgunluğuyla kendini gösterdi. Altı yaşında iken mektebe gitmeye başladı. Zâhide bir annesi vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı.
Yedi yaşına gelince Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.
Mekke'de bulunan zamanın meşhûr âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir:
GİT ARKADAŞINI GETİR
Bir gün İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin annesine iki kişi gelip, bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı istedi. Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğeri gâlip, bohçayı istedi. Bohçanın arkadaşına verildiğini söyleyince; "Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı vermeyin demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?" dedi.
Annesi üzüldü. Bu sırada İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce sebebini sordu. Annesi olanları anlattı. Bunun üzerine annesine;
"Sen üzülme, ben şimdi bohçayı isteyenle konuşurum." dedi. Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki; "Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir." Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.
bilgisini ilerletip, ok atmayı öğrendi. Bu hususta da şöyle demiştir: "Ben Mekke'den çıktım. Çölde Huzeyl kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabîle. Arapların dil bakımından en fasîhi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, bir çok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhip olmuştum.
Şâfiî'nin tahsil hayâtındaki en önemli safha İmâm-ı Mâlik'e talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke'den Medîne'ye gidip. İmâm-ı Malik'den ders almasını şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlar Mekke'de, Müslim bin Hâlid'den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne'de bulunan Mâlik bin Enes'in büyüklüğünü ve müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhûr eseri olan Muvattâ'nın bir nüshasını, Mekke'de birinden tekrar geri vermek üzere alıp ezberledim. Mekke vâ-
lisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes'e vermek üzere iki mektup alıp Medîne'ye gittim. Medîne'ye varınca, Medîne vâlisine gidip ona âit olan mektubu verdim ve Medîne vâlisi ile birlikte İmâm-ı Mâlik'in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm'a takdim etti. Mektupta; "Muhammed bin İdrîs, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca; "Sübhânal-lah! Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur." dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi
bana baktı. Adın nedir, dedi. Mu-hammed'dir dedim. Ey Muham-med! İleride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu mâsiyyetle söndürme! Yann birisi ile gel, sana Muvattâ'yı okusun buyurdu. Ben de; "Onu ezberledim, ezberden okurum" dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik'e gelip okumağa başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvattâ'yı bitirdim."
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiği zaman, yirmi yaş-lanrKia bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp, dokuz yıl
müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan Şâfîî hazretleri, Mekke'ye dönünce, oraya gelen Yemen vâlisi, onu Yemen'e götürüp kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat'a giderek, ilmini ilerletmek için, İmâm-ı A'zamın talebesi İmâm-ı Muhammed'den ders almaya başladı. İmâm-ı Muham-med onu kendi himâyesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak sûretiyle, Irak'ta tedvîn edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhûr olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Muhammed ayrıca İmâm-ı Şâfi-î'nin annesi ile evlenerek onun üvey babası oldu. İmâm-ı Şâfiî onun ilminden ve kitablarından çok istifâde etmiştir. Şafiî hazretleri bu hususta şöyle demiştir:
9AFİI
"İlimde ve diğer dünyâ işlerinde, jmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır." Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Şâfiî'den duydum, buyurdu ki: "İmâm-ı Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde. Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Küfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır." Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. Şâfiî aynca Selim-i Râî'nin sohbetine kavuşup, vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.
jmâm-ı Şâfiî, Bağdat'ta jmâm-ı Muhammed'den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke'ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslâm beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke'deki bu ikâmeti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat'a gitti. Bu sırada Bağdat, İslâm âleminin önemli bir ilim merkezi idi. Burada bulunan âlimler, Şâfiî'ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke'de Şâfiî ile görüşen ve ondan hadîs dinleyen Ahmed bin Hanbel talebe olmuş, onun üstünlüğüne hay-
ran kalmıştır. Yine Şâfiî ile emsâl olan İshâk bin Râheveyh ve başkaları ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvâlara hayran kalıyordu. Ders ve fetvâ vermekte uyguladığı usûl, geniş olarak açıkladığı is-tinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usûlü olan, usûl-i fıkıh ilmi idi. O buna göre açıklamalarda bulunuyordu. Güzel ve açık konuşması, ifâde ve izah tarzı, mü-nâzara kuvveti ve tesir bakımından çok güçlüydü. Şafiî hazretleri Bağdat'ta bulunduğu sırada El-Kitâb-ül-Bağdâdiyye adını verdiği eserini yazdı. Şâfiî'nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak, ondan ders alıp ilim öğrenen talebelerinden bir kısmı şunlardır: Ahmed bin Hanbel, İshâk bin Râheveyh, ez-Za'ferânî, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû İbrâhim Müzenî, Rebî' bin Süleymân-ı Murâdî. Daha sonraki asırlarda, Şâfiî mezhebinde yetişmiş âlimlerden meşhûr olanlardan bâzıları da şunlardır: Hadîs âlimlerinden İmâm-ı Nesâî, kelâm (akâid) âlimlerinden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî, İmâm-ı Mâverdî, İmâm-ı Nevevî, İmâm-ül-Hare-meyn Abdülmelik bin Abdullah, İmâm-ı Gazâlî, İbn-i Hâcer-i Mek-kî, Kaffâl-ı Kebîr, İbn-i Subkî, İmâm-ı Suyûtî vb.
Şâfiî hazretleri ilim, zühd, mârifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlanndan zamânındaki âlimlerin en üstünü idi. On üç yaşında iken, Harem-i şerîfde; "Bana istediğinizi sorunuz?" derdi.
İmâm-ı Şifif'nin hadîs ilmine dâir yazdığı Müsned adlı eserin ilk sayfası. Eser, Süleyminiye Kütüphinesi Reis-ül-Küttap kısmı 256 numarada kayıtlıdır.
otuaryorsun?* dediklerinde, * Bizim ezberledikten mtzin mânâlarını o biltyor Eğer onu görmeseydiftı. ilmin kapısında kaUcak. tim O, dünyâyı aydınla, tan bir güneştir, ruhlara gıdâdır.* derdi. Bir kert de; "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu Kapıyı, kullanna İmâm-ı ŞafI ile tekrar açtı."-dedi. Bir kerre de; "İslâmiyete, şimdi Şâfiî'den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum." dedi. İmâm-ı Ah-med, yine buyurdu kı: "Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir." hacfis-l şerifinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî'dir. Hadîs-i şerifte; "Kureyş'e sövmeyiniz. Zîrâ KureyşIi bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur." buyuruldu. İslâm âlimleri bu hadîs-i şerif, İmâm-ı Şâfiî'nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.
yaşında iken fetvâ verirdi. Zamâ-nının en büyük âlimi olan ve üç yüz bin hadîs-i şerîfı ezbere bilen İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, İmâm-ı Ahmed'e; "Böyle büyük bir âlim iken, kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl
Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının İmâm-ı Şâfiî'ye çok duâ ettiğini görerek sebebini sorunca; “Oğlum, İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhlann şifâsıdır." demiştir.
Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: "İmâm-ı Şâfiî'nin aklı, zamanındaki insanlann yansının akıllan top-
132 EvMyüar AnsikJopsdisi
ŞÂFİİ
lamından fazladır." Abdullah-i En- ! sârî buyurdu ki: "İmâm-ı Şâfiî'yi ! çok severim. Çünkü evliyâlıkta ; hangi makâma baksam, onu herkesin önünde görüyorum."
Az yer, az uyurdu. "On altı ı senedir, doyasıya yemek yeme- j dim." buyurdu. Sebebi sorulunca "Çok yemek bedene ağırlık verir, ' kalbi zayıflatır, anlayışı, idrâki | azaltır, çok uyku getirir ve böyle- ! ce insanı ibâdetten alıkor. Kullu- | ğun başı az yemektir." buyurmuştu.
Şâfiî hazretleri hikmetli sözleri ve gönül alıcı nasihatleriyle insanların kurtuluşlarına vesile oldu.
Biri İmâm-ı Şâfiİ'den nasihat isteyince buyurdu ki: "Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâatı çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özen-meye değmez."
Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Mâdem ki böyledir, o halde Allahü teâlâya itâat edenlerle berâber bulun, on-lan sev.
İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır.
Resûlullah'ın ve Eshâbının yolunda olmayanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabûl etmem.
Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır.
Dünyâda zâhrt ol, dünyâ malına bağlanma! Ahireti isteyici ol. onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve teviller ile uğraşan âlimlerden fayda gelmez."
Kendisini sevenlerden bir cemâate şöyle buyurdu:
"Kalbine İlâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi yapsın:
1)Günün belli bir vaktinde yalnız kalsın ve huzûra dalsın.
2)Midesini pek fazla doldurmasın.
3)Sefih kimselerle düşüp kalkmağı bıraksın, kötü kimselerle düşüp kalkmasın.
4)İlimleriyle yalnız dünyalık arzu eden kimselere yaklaşmasın."
"Hiç bir vakit yoktur ki, ilim mütâlâası, hüzün ve kederi yok -etmesin. İlmî mütalaa, kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete geçirir, insanda yüce duygular uyandırır."
“Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır."
"İki kişinin, darıldıktan sonra birbirinin ayıplarını ortaya çıkar-! ması, münafıklık alâmetidir."
Evliyftlar Ansiklopedisi 133
"Haksız sözleri tasdik eden, dalkavuk ve iki yüzlüdür.*
"S&dık dost, arkadaşının ayıplarını görünce ihtar eder, ifşâ etmez.*
"İbret almak istersen, hatâ sâhibi kişilerin âkıbetlerine bak da kalbini topla."
"Kendisine faydası olmayanın, başkasına da faydası yoktur.*
"Dünyâ sevgisi ile Allah sevgisini bir arada toplarım iddiâsın-da bulunmak, yalandır."
"Alimlerin güzelliği, nefslerini ıslah etmeleridir. İlmin süsü, şüpheli şeylerden sakınmak, yumuşak olup, sertlik göstermemektir."
İnsanları tamamen râzı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin, bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, dâimâ Rab-bini râzı etmeye bakmalı, ihlâs sâhibi olmalıdır.
İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felâh bulmuş değildir. Ama ilmi tevâzu için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur, kurtulur."
İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin ri-vâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Sa-hîh-i Müslim'de, Sünen-i Ebî Dâvûd, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâî, Sünen-i İbn-i Mâce ve Sahîh-i Buhârî'nin ta'likâtmda yer almıştır. Kendisinden hadîs-i
134 Evllyâlar Ansiklopedisi
şerîf işitip rlvâyet ettiği zâtlar Müslim bin Hâlid ez-ZencIr, Mâlik bin Esed, İbrâhim bin Sa'd, Saîçj bin Sâlim, Abdülvehhâb es-Saka. fî, İbn-I Allyye, İbn-i Uyeyne ve diğer hadîs âlimleridir. İmâm-ı Şâfi-î'den de Ahmed bin Hanbel. Su-leymân bin Dâvûd el-Hâşimî, Ebû Bekir Abdullah bin Zübeyr el-Hâmidî, İbrâhim bin Münzir, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû Yâ-kûb Yûsuf bin Yahyâ ve diğer birçok zât hadîs-l şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Şâflî’nin rivâyet ettiği hadîs-l şeriflerden biri şudur:
"Kendisine yumuşaklık verilen kimseye, dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmiştir. Yumuşaklıktan mahrûm olan kimse, dünyâ ve âhiret iyiliklerinden mahrûm olur."
İmâm-ı Şâfiî hazretleri ikinci defâ Bağdat'a gidişinden sonra, Bağdat'taki siyâsî ve fikrî kargaşalıklar sebebiyle Mısır’a gidip, ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik'in ve İmâm-ı A'zamın talebesi İmâm-ı Muhammed'in derslerine devam ederek, İmâm-ı A'zamın ve İmâm-ı Mâlik'in icti-had yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şeriflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi
ederdi. Böylece müslü-manların İbâdetlerinde ve işlerinde uyacaklan bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer'î delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola "Şâflî Mezhebi" denildi.
Ehl-j sünnet îtikâdında olan müslümanlardan, amellerini yâni İbâdet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şâfiî" denir.
Şâfiî mezhebinin reisi olan İmâm-ı Şâfiî, usûl-i fıkıh ilmindeki meseleleri ilk defâ tasnif edip, kitaba yazan kimsedir. Bu ilimde- ' ki eserinin adı Er-Risâle ^ fil- Usûl'dür.
Şâfiî mezhebi, Hanefî mezhebinden sonra on çok yayılan bir mezhebdir.
Mısır, Mekke, Medîne'de, Endonezya^da, Aden'de, Filistin'de, Azerbaycan'da ve Semerkant’ta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da ve diğer yerlerde yayılmıştır.
İmâm-ı Şâfiî'nin slmâ-sı, gâyet güzel ve sevimli idi. Üstün bir zekâya ve kâbiliyete sâhipti. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve seilem sünnetine son derece riâyet ederdi. İlmi, tevâzusu, heybet ve vekarı ile kalblere tesir ederdi. Kur'ân-ı kerîm okurken dinleyenler kendinden geçerdi.
Orta halli giyinirdi. Heybetli
imâm-ı Şâfiî'nin fıkıh ilmine dâir yazdığı meşhûr El-Ümm adlı eserin ikinci cildinin kapak sayfası. Eser, Süleymâniye Kütüphânesi Ayasofya kısmı 1056 numarada kayıtlıdır.
bir görünüşü vardı. O bakarken, yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, (el-bereketü fîl-ka-nâ'ati= Bereket, kanâat etmektedir) yazılı idi.
Bir kere ders verirken, ders esnasında on defâ ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdu ki: "Seyyidlerden bir çocuk, kapı-
Evllyâlar Anmklopadisi 135
ŞÂFİÎ
İYİ Kİ BURAYA (ÎELMEDİ!
Hârun Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator, âlimlerle münazara etmek için ruhbanlar gönderdi; "Eğer bizi yeneıierse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yener-sek vermeyiz." dedi.
Dört yüz hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmânvı Sâfîî'yi çağırarak, hıris-tiyan ruhbanlara sen cevap ver! dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccâdeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; "Benimle münâkaşa etmek isteyenler buraya gelsin." dedi.
Bu hâli gören ruhbanların hepsi müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adamlarının İmâm-ı Şâfiî’nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı." dedi.
nın önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resûlullah'ın torunu ayakta dururken oturmak revâ değildir."
Talebelerinden biri anlatır: Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile berâber mescidden çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabûl buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabûl etti. Biraz sonra biri gelip, "Hanımım bir çocuk doğurdu. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz
para istiyorum." dedi. İmâm-ı Şafiî hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu.
İmâm-ı Şâfiî hazretleri Ye-men'e bir sefer yapmıştı. Dönüşünde on bin dirhemle gelip, çadırını Mekke'nin dışına kurdurarak, ziyâretçilerini orada kabûl etti. Halk topluluklar hâlinde İmâm-ı Şâfiî'ye gelerek müşkillerini hallediyordu. Ziyâretçiler arasında bulunan fakirlere de para dağıtıyordu. Böylece, Yemen'den getirdiği on bin dirhemin hepsini fakirlere dağıttı ve ondan sonra da; "Oh şimdi rahatladım" buyurdu
Mısır'ın ileri gelenlerinden birinin hanımı, bir münâkaşada kocasına; ’Ey Cehennemlik!* dedi. Bu cevap karşısında bu şahıs, hanımına; *Ben Cehennemliksem, seni boşadım.* dedi, fakat hanımını da çok seviyordu. Âlimleri toplayıp bu meseleyi sordu. Kimse cevap veremedi. *Senin Cehennemlik olup olmadığını Allah bilir.* dediler. Âlimler arasından henüz daha genç yaşta olan İmâm-ı Şâfiî kalkıp; *Ben senin meseleni çözerim.* dedi. Oradakiler şaşırdılar. Bu kadar âlimin cevap veremediğine, nasıl cevap verecek diye merak ettiler.
Talebeleriyle ve sevenleriyle olan çeşitli sohbetleri sırasında buyurdu ki:
Dünyâ işlerinde bir darlığa ve sıkıntıya düşen kimse, ibâdete yönelmelidir.
Gururlanıp böbürlenmek, âdi ve bayağı kimselenn vasfıdır.
Hizmet edene, hizmet edilir.
İmâm-ı Şâfiî dedi ki: ■önce sen benim somlanma cevap veri* Ve devâm etti: *Bir günah işleyeceğin vakit, Allah korkusundan bu günahı terk ettiğin jldu mu?" dedi. *Allahü leâlâya yemîn ederim ki |çok oldu.* *Bu hâlinle Cennetlik olduğun anlaşılmaktadır." buyurdu.
Otm ılunan âlimler, MV İle bu hük-
mü^H rdular:
lerin hayâtı, gözlerin aydınlığıdır. Sâdık dost ve hâlis kimyâ Az bulunur, hiç arama!
Bütün düşmanlıkların aslı, kötü kimseler ile dostluk etmek ve onlara iyilik yapmaktır.
İlim öğrenmek, nâfıle ibâdetten üstündür.
Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zâyi etmiş olur. Lâyık olandan ilmi esirgeyen de, zulmetmiş olur.
Resûlullah'tan sallal-lahü aleyhi ve sellem sonra insanların en üstünü hazret-i Ebû Bekir, sonra hazret-i Ömer, sonra hazret-i Osman, sonra hazret-i Ali'dir, (r.anhüm)"
İlim öğrenmek için üç şart vardır: Hocanın me-hâretli, talebenin zekî olması ve uzun zaman.
İlim iki kısımdır; birincisi ilm-i edyân (naklî ilimler), din bilgileri. İkincisi ilm-i ebdân (aklî ilimler), fen bilgileridir.
Kimin düşüncesi, arzusu, maksadı yemek içmek (dünyâ) ise; kıymeti, barsaklarmdan çıkardığı kazûrat kadardır.
İmâm-ı ŞâfiT'nin toyu vt ştcerttinden baht •dan Ed-DOr«r-ün-N«frs ff Beyânı Nitb«t-ÜI-İmâm Muhammad bin İdrit Şafiî adlı atardan bir tayfa. Kitap, Süleymâniya Kütüphânati Etad Efendi kıtmı 3631 numarada kayıtlıdır.
Dünyâda en huzursuz kimse, kalbinde ha-sed ve kin taşıyanlardır.
Başkalarını senin ya-
138 EvliyâlarAntiklopaditi
şAfII
ABDESTI TAM AL
Abdullah bin Muhammed Bekrî şöyle anlatmıştır: "İmâm-I Şâfıî ile Bağdat'ta nehir kenarında oturuyorduk. Bir genç gelip abdest almaya başladı. Fakat abdesti yanlış aldı. İmâm ı Şâfıî o gence; "Abdesti tam al. Allahû teâlâ sana dünyâ ve âhiret saadeti versin." buyurdu. Genç tekrar abdest alıp, yanımıza geldi ve bana nasîhat et, öğret deyince, İmâm-ı Şâfıî şöyle buyurdu: "Allahü teâlâyı bilen, necât (kurtuluş) bulur. Dîninde titizlik gösteren, kötülüklerden kurtulur. Nefsini ıslah eden, saâdete kavuşur. Biraz daha ister misin?" dedi. Genç evet deyince, şöyle devâm etti: "Kim şu üç şeyi yaparsa îmânı kâmil olur:
1)Emr-i bil-mârûf yapmak, yâni Allahû teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak.
2)Nehy-i anil-mûnker yapmak, yâni Allahû teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak.
3)Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak." buyurdu. Sonra, "Biraz daha ister misin?" deyince, genç; "İhsân ediniz efendim." dedi. Şöyle buyurdu: "Dünyâya bağlanıp, ona düşkün olma, âhlreti iste. Bütün hâl ve hareketinde Allahû teâlâyı hatırla ki, kurtulanlardan olasın." Bu nasîhatleri dinleyen genç, son derece memnun olup, benim yanıma yaklaşarak, bu zât kimdir, dedi. Ben de İmâm-ı Şâfıî olduğunu söyleyip tanıttım. Bunun üzerine genç; bugün ne bahtiyârım ki, böyle büyük zâtı görüp, nasîhatını dinledim." dedi."
nında çekiştiren, senin bulunmadığın yerde de seni çekiştirir.
Kanâatkâr olmak, rahatlığa kavuşturur.
Sımnı saklamasını bilen, işinin hâkimidir.
İmâm-ı Şâfıî şöyle anlatmıştır: Bir gece rüyâmda Peygamber
y«t v« menkıbelerini anlattığı Menâkıbnâme'nin Ik aayfatı. Eter, Süleymftniye Kütüphdnesi Hacı Mahmûd kısmı 4540 numarada kayıtlıdır.
Kendisi anlatır. Çocukluk zamanında, Mekke'de rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Tam bir heybetle Mescid-i ha-râmda insanlara imâmlık yapıyorlardı. Namaz bitince yanlarına gidip, bana da ilim öğretiniz, dedim. Bunun üzerine kaftanının altından bir terazi çıkanp: Bu senin İçindir, buyurup bana hediye ettiler. Bu rüyamı tâbir ettirdim. Dediler ki: "Sen, ilimde imâm olursun ve sünnet üzere olursun. Terazi ise, hakîkat-ı Muhammediy-yeye kavuşacağına alâmettir."
"Bir gün rüyâmda, hazret-i Ali efendimizi gördüm. Parmağından
140 Evliydlar Ansiklopedisi
yüzüğünü çıkardı, parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûluk lah'ın ilminin bana geçmesi alâmeti idi."
İmâm-ı Şâfiî hazretleri, dîn-i İslâma hizmet uğrunda tükettiği hayâtının son anlannı, Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek geçirmiştir, ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazân-ı şerifte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu. 820 (H.204) senesinde Mısır'da bir Cumâ gecesi vefâtının yaklaştığı sırada tâkatsız düşmüştü, önceki gibi okuyacak durumda değildi. Fakat okuyan birinden dinlemek arzu ediyordu. O bu hâlde iken, talebesi Ebû Mûsâ Yûnus bin Abdüla'lâ yanına girmişti. Ona; “Ey Ebû Mûsâ bana Kur'ân-ı kerîmden Âl-i İmrân sûresinin yüz yirminci âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş yavaş oku!* dedi. O da okumaya başladı. İmâm-ı Şâfiî, okunan âyet-i kerîmelerin mânâlarına dalmış, derin bir huşû içinde dinliyordu. Son nefeslerini vermek üzere iken, hâlini sordular. "Dünyâdan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kerîm olan Rabbime gidiyorum." buyurdu. Vefâtı İslâm âlemi için büyük bir kayıp oldu. Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşlan
ile karşılandı. Kabri kazılırken etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar bu kokunun tesirinde kalıp, kendilerinden geçtiler. Ka-hire'de el-Mukattam Dağının eteğinde Kurâfe Kabristanına defnedildi. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerindeki şimdiki muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından el-Melik el-Kâim tarafından; 1211 yılında yapılmıştır. Selahaddîn Eyyûbî tarafından da, türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.
Şâfiî hazretlerinin yazmış olduğu kıymetli eserler şunlardır:
1) Ahkâm'ül-Kur'ân. Matbû-dur. 2) İhtilâf-ül-Hadîs, 3) Müs-ned-üş-Şâfiî. Matbûdur. 4) Risâ-le fi'l-Usûl: Usûi-i fıkha dâirdir. Usûl-i fıkhın kitap hâlinde yazıldığı ilk eserdir. Matbûdur. 5) El-Mevâris, 6) El-Ümm: Fıkıh ilmine dâir olup, İmâm-ı Şâfiî’nin ictihad ederek bildirdiği meseleleri içine alan bir eserdir. Yedi cild hâlinde basılmıştır. 7) Kitâb'üs-Sünen ve'l-Müsned: Hadîs ilmine dâirdir. 8) El-Emâli El-Kübrâ, 9)EI-İmlâ'es-Sagîr, 10) Edeb'ül-Kâdî,
11)Fedâil-i Kureyş, 12) El-Eşri-be, 13) Es-Sebkû ve'r-Remyü,
14)İsbât-ün-Nübüvve ve Redd-i ale'l-Berâhime, 15) Dîvân.
1)Menâkıb-ı İmâm-ı Şâfiî (Beyhekî)
2)Hüyetü'l-Evliyâ: c.9, s.63
3)Tabakâtü'ş Şâfiıyye; c.1, s.2, 3
4)Tehzîbü't-Tehzîb; c.9, 8.25
5)Tezkjretü’l-Huffâz; c.1, s.361,369
şAH A8DÜRRAHİM DEHLEVİ
6)CâmHJ Kerâmâti'l-Evlıyâ; c.1, 8.97
7)Şezerâtü'z-Zeheb; c.2, 8.9
8)Tabakâtü'l-Kübrft; c.l, s.50
9)KAmûsü'l-A lâm; C.4, 8.2820
10)Tezkıretu'l-Evliyi; 8.133
11)Mrftâhü's-Seâde; c.2, 8.221
12)Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye: (49.
Baskı) 8.1147
13)Eshâb-ı Kırâm; (6. Baskı) 8.393
14)İslâm Ahlâkı; (13. Baskı) s.57
15)Menâkıb-ı İmâm-ı Şâfiî (Râzf)
16)Kıyâmet ve Âhıret; (5. Baskı) s.23
17)Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.14,40,44. 48.140.152
18)Ravdü'l-Fâık; s. 164
ŞÂH ABDÜRRAHİM DEHLEVİ; Hindistan velîlerinden. 1719 (H.1131) senesinde vefât etmiştir. Meşhûr hadîs âlimi Şâh Veliyyullah Dehlevî hazretlerinin babasıdır.
Şöyle anlatmıştır: “Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî hazretlerinin kabrini ziyârete giderdim. Bir gün ziyâre-tim sırasında acabâ benim ziyâre-tim ona mâlum olur mu diye düşündüm. O sırada kabirden bir ses işittim. Şu mânâda bir şiir okuyordu: “Beni de kendin gibi diri bil. Sen bedeninle, ben de ruhumla geldim.”
Oğlu Şâh Veliyyullah Dehle-vî’ye şöyle anlatmıştır: “Peygamber efendimizin; ‘‘Ben daha melihim. Kardeşim Yûsuf (aleyhis-selâm) daha sabihdir.” buyurduğunu işittim. Bunu duyunca, hayret ettim. Çünkü melâhet daha çok âşıkları mest eder. Yûsuf aleyhisselâmı gören kadınlar par-
Evliyâlar Ansiklopedisi 141
Şâh Abdürrahim Dehlevî hazratlerinin Dehli'deki kabri (önda satin arkasında).
maklannı kestiler. Resûlullah’ı görenlerde böyle bir hal görülmedi, diye düşündüm. Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. Bu husûsu sordum. Buyurdu ki: “Benim güzelliğim insanların gözlerine örtülüdür. Eğer açık olsaydı, insanlar Yûsuf’u (aleyhisselâm) görünce yaptıklarından daha çoğunu yaparlardı.”
Yine şöyle anlatmıştır: “Kut-büddîn Bahtiyâr Kâkî hazretlerinin kabrini ziyârete gitmiştim. Kabri-I ne giderken ayakkabılarım çamu-^ ra batıp kirlenmişti. Bu sebeple biraz uzakta durdum. Rûhâniyeti
görünüp; “Biraz daha yakın gel!” buyurdu. Birkaç adım yaklaştım. O sırada, dört meleğin semâdan bir tahtı, kabrin yanına indirdiklerini gördüm. Tahtın üzerinde Hâ-ce Nakşibend hazretleri vardı. Aralarında bir şeyler konuştular. Sonra melekler o tahtı semâya kaldırıp götürdüler...”
1)El-Besâir (1991-İstanbul Baskısı); s. 16, 121,161
2)EI-Kavl-il-Celî; s.6
3)Enfâs-ı Erbea; s.43
142 EvtiyAlar Ansiklopedisi
şAH-I A'LÂ
ŞÂH EBÜ'L-MEÂLİ; Evliyânın büyüklerinden. Seyyid olup Kâdi-riyye yolunda kemâle ermiştir. 1514 (H.920) senesinde doğdu. 1615 (H.1024) senesinde vefât etti. Kabri, Hindistan’da Lahor şehrindedir. Tasavvufta Şeyh Dâ-vûd-i Cühenî'nin sohbetlerinde kemâle erdi.
Sevenlerinden biri şöyle anlatmıştır; Bir gün Şâh Ebü’l-Meâlî hazretlerinin huzurunda oturup sohbetini dinliyorduk. O sırada birisi ona bir teşbih hediye etti. İçimden; “Eğer kerâmet ehli bir zât ise bu teşbihi bana verir diye düşündüm.' Huzurundan gitmek üzere izin isteyip çıkacağımız sırada teşbihi bana verdi ve; “Her ne zaman teşbihi eline alırsan yüz defâ salevât oku.” buyurdu.
Ahmed Nîmetullah şöyle anlatmıştır: “Bir gün hatırımdan şöyle geçti. Ben Abdülkâdir Geylânî hazretlerine tam bir îtimâdla bağlıyım. Acabâ o hazret benden haberdâr mı. diye düşündüm. O gece rüyâmda bir işimde âciz kalmıştım. Başım da açıktı. O sırada Abdülkâdir Geylânî hazretleri gözüküp; “Molla Nîmetullah! Biz böyle yerlerde sizden haberdâ-nz!” buyurdu ve bana beyaz bir sank verdi. Sabahleyin Şâh Ebü’l-Meâlî beni huzûruna çağırttı. Varınca bana beyaz bir sarık verdi ve; “Bu o sarıktır.” buyurdu.”
EI-Tuhfet-ül-Kâdiriyye adlı eseri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kerâmetlerini ve hallerini anlatır.
1) S«nn«t-ül-EvNyA: >.196
ŞÂH-I A'LÂ; Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdüsselâm olup, Bürhân-ı atkı-yâ Şeyh Nizâm Osmânî Çeştî Pâ-ni-pütî hazretlerinin oğludur. Ha-yâ ve ilim menbaı olan hazret-i Osman'ın temiz neslindendir.
Şeyh Abdüsselâm, on altıncı asrın ilk senelerinde doğdu. Doğum tarihi kat'î olarak bilinmemektedir. 1623 (H.1033) senesinde Rebîulevvel ayının yirmi beşinci günü, yüz yirmi beş yaşını geçmiş olarak vefât etti. Hânekâhının bahçesinde medfûndur. Vefâtına yakın dişleri yeniden çıkmış, beyaz olan saçı-sakalı siyahlaşmış, birkaç sene sonra tekrar beyazla-mıştı.
Tasavvuf yolunda yüksek babasının huzur ve sohbetlerinde bulunmakla ilerleyen Şeyh Abdüsselâm, ayrıca âlim ve velîlerin kutbu olan Şâh Nizâm Nâmûlî'den de hilâfet aldı. Yüksek babasından aldığı hilâfetten ayrı olarak, hocasından aldığı hilâfet silsilesi şöyledir; Şâh-ı A'lâ hilâfeti Umdet-ül evliyâ Şah Nizâm Nâmûlî'den, o Alâ-i Tâc Nâgûrî'den, o Hâce İsmâil bin Ha-san'dan, o Hâce Haşan Ser-mest'den, o Hâce Sâlâr'dan, o Hâce İhtiyâruddîn Ömer'den, o Hâce Muhammed Sâvî'den, o Kutb-i Rabbânî Hâce Nasîreddîn'den, o Sultan-ül Meşâyih Hâce Nizâmüd-dîn-i Evliyâ'dan, o da Ferîdüddîn Genc-i Şeker'den hilâfet almıştır.
Evliyalar Ansiklopadisi 143
şAh-i A*lA
Kendisi anlatır: Hakîkî büyük- | sana verdim. Sana izin veri lere, Allah adamlarına kavuşmak | Memleketine git ve insanl^^^ için çok çalıştım. Çok gayret et- büyüklerin yolunu, İslâr^^^ ^ tim. Bu esnâda gönülleri çeken | yüksek bilgilerini anla
üçüncü gündür ki, büyük Kutb-ı Rabbânî Şeyh Celâie^|^ lîr-ul-evlivâ Hnvsımli
âlim ve evliyânın kutbu Şeyh Ni-zâmoddîn Nâmûfî kendi kıyafetinde zâhir oldu. Beni benden aldı. Husûsî bir teveccüh eyledi. Beni istediğini işâret etti. Takatim kalmadı. Yalın ayak, başı açık dışan çıktım. Nereye gideceğimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir şeyim de yoktu. Birkaç gün sonra o hazretin aşkı beni çekip kendi kendime Nâmûl beldesine gittim. Daha şehre girmemiştim ki, haz-ret-i Hâce kendi na'lın ve sanğını bir hizmetçinin eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhına gitmeden, diğer bir hizmetçi geldi. Bana bir kâğıt verip dedi ki: "Hazret-i şeyh, Allahü teâlânın ism-i şerifini kendi eliyle yazıp, size gönderdi. “Bu ismin zikrine devâm etsin ki, yüksek nîmetlere kavuşsun. Sonra huzûruma gelsin" dedi.“ Yedi gün mescidde kaldım ve o ismin zikrine devâm ettim. Kalbimde bir derece safâ hâsıl oldu. Emrine uyarak huzuruna gittim. "Elhamdülillah herkesten a'lâ oldun" bu-yurdu ve İzâhında âciz kalacağım mânevi ihsânlarda bulundu. O günden Itibâren "A'lâ" diye tanın-dım. Hazret-i şeyhin işâreti ile bu ismi, şecereye ve sicile yazdım. Ondan sonra bir yıl beş ay yedi gün hizmet ve huzurunda kaldım. Riyâzet ve mücâhedeler yaptım. Nihâyet birgün beni husûsi odası-■r na çağırdı ve; "Bâbâl On dört hâ-P nedandan bana ulaşan nimetleri
144 EvliyMar Ansiklopedisi
Keblr-ul-evliyâ devamlı rüyân^rt bana buyumyor ki: "Torunumu^ çabuk gönder. Zîrâ benim yenr^ onsuz boş kalmıştır." "Yerin bo^ luğu"nun mânâsı nedir diye hayret ettim. Sonra hazret-i Şeyh husûsi hırka, hilâfet ve ayrıca baston ve teşbih verdi. Agra'ya geldiğimde, işittim ki, yüksek babam. Bürhân-ül atkıyâ Nizâmüddîn Pâ-ni-pütl vefât etmiş. Anladım ki, boş yer buna işâret idi. Pâni-püt'e geldim. Babamdan kalan plrânm (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine geçip vekili oldum. Onların arzu ettikleri şekilde hizmete devâm ettim.
Rivayet edilir kı: Şâhn AMâ'nın tatlıcılık yapan bir talebe* si vardı. Bu talebe biriktirdiği paralan bir kutuya koyup, bir yere sakladı. Daha sonra ihtiyaç hâsıl olunca, paraları almak istedi. Fakat paraları bulamadı. Nihâyet gelip hocasına arzetti. O da; "Gen git. İyice ara inşâallah bulacaksın" buyurdu. "Peki efendim" deyip geri gitti. Tekrar aradı ise de yine bulamadı. Tekrar gelip arzedince. hemen kalktı ve talebe* sinin elinden tutup, berâberce o talebenin evine doğru gittiler. Eve yaklaştıklannda bastonu ile bir yere işâret edip, oraya bakmasını söyledi. Talebe oraya baktığında kutuyu buldu. Hocasının yanına gelip ellerine sarıldı. O altınlardan bir miktar hediye etmek istedi ise de hocası kabûl etmedi. Bunun benzeri bir hâdise de Behâr Hân isminde bir şahıs için olmuş. kaybettiği parasını Şeyh’in yardımı ile bulmuştur.
rengi ve tadı ekmeğe benzemiyordu. O zât birşey söylemeden gitti. Biraz ileride kayboldu. Müş-killerimi ondan sormadığıma üzüldüm. O gece aynı zâtı rüyâda gördüm. Soracaklarımı sordum ve cevaplannı aldım.
Şeyh Abdüsselârn. bir sohbet meclisinde bulunuyordu. Şehnn ve civânn ileri gelenleri de oradaydı. Mirzâ Muhammed Sâ-kin de onun yakınında oturmuş biriyle konuşuyordu. Bir ara; "Bugün hakîkî bir evliyâ yoktur." dedi. Şeyh Abdüsselârn bunu duydu ve; "Ne dedin?" buyurdu. "Hiç." dedi. "İnkâra lüzûm yok, söylediğini bir daha söyle." buyurdu. Mirzâ ister istemez tekrar söyledi. Şeyh buyurdu ki: "Bu sözden tövbe et! Sakın bundan sonra da kalbinden böyle bir şey
geçirme! Z7râ âlemin ayakta durması evliyâ iledir. Onlar olmazsa, bütün dünyâ altüst olur." Mirzâ; "Şeyh Abdüsselârn doğru söylüyor. Bu fakîr bunu inkâr etmiyorum. Lâkin görünüşe göre, böyle birisi yoktur." dedi. Şeyh Abdüs-selâm sükût etti. Mirzâ o anda yere düştü ve yuvarlanmaya başladı. Oradakiler Mirzâ'yı kaldırıp götürdüler. Sabah erken Mirzâ tövbe ve tam bir muhabbet ile Şeyh'in huzûruna geldi ve özür diledi. Şeyh Abdüsselârn, ona şefkatle muâmele etti ve buyurdu ki: "Rahat ol. bundan sonra evliyâ için uygunsuz söz, sakın söyleme! Eğer dalgınlıkla ağzından çıkarsa. istiğfâr et ve evliyâdan yardım iste!"
! Şeyh Abdüsselârn, zamânın-daki evliyânın yükseklerindendi.
Evliyftlar Ansiklopedisi 145
şAh-i a'lA
Hânekâhı dert ve ihtiyaç sâhiple-rinin sığınağı idi. Kapısına gelen muhtaçlann işleri görülür, hastalar şifâ, dertliler derman bulurdu. Ahlâk-ı Muhammedi ile ahlâklan-mış, ilim, hilm ve hayâ gibi üstün sıfatlarda hazret-i Osman'a ben-zemişti. Cömertlikte engin bir deniz gibiydi. Tasavvufta Çeştiyye yüksek yoluna mensûbdu.
Nakledilir ki; Şeyh'in hânekâ-
hı için bir kuyu kazılmıştı. Su tuzKj çıktı. İnsanlar şikâyette bulundular. O sırada birisi Hâce Kutbüd-dîn-i Bahtiyâr Üşî hazretlerinin dergâhından teberrüken birkaç kuru ekmek getirmişti. Hazret-i Hâce onları parça parça etti ve kuyuya bıraktı. Sonra da buyurdu ki: "Mâdem ki insanlar tatlı su istiyorlar, Allahü teâlâ bu ekmeklerin bereketiyle tuzlu suyu tatlı ya-
TABUTUMDAN TUĞLAYI ÇIKARIN
Şâh-ı A’lâ Şeyh Abdûsselâm'ın vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geçmişti ki, talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından olan Mesmât Revşenâhî ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini tamir etmek, kabrin üzerine güzel bir türbe yapmak istedi. Fetihpûr şehrinden kırmızı taş getirtti. İnşâata başlandı. İşin başında bulunan mühendis gece rüyâsında, Şeyh'in, kabrinin üstünde ayakta durduğunu ve; "Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına bir tuğla parçası düştü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata devâm edin" buyurduğunu gördü. Sabah olunca o mühendis, Mesmât'ın yanına geldi ve rüyâsını arılattı. Mesmât; "Hazret-i Şeyh'in buyurduğunu yapın." dedi. Öyle yaptılar. İleri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla parçasının içine düştüğünü gördüler. Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün bedeni sağlam ve nûrlu, sî-mâsı ise hayattaki kadar canlı ve tâze olarak duruyor. Hayretler İçinde kaldılar. Rüyâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar Fâtiha okudular. Sonra kırılmış tabutu tâmir ettiler ve j türbenin yapımına başladılar. Güzel bir türbe yapıldı. İnsan-r I lar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.
par. Gerçekten su tatlı ve soğuk oldu. Uzun müddet yaz mevsiminde şehrin büyük kısmı o kuyudan su alıp içtiler.
Diğer evliyâ zâtlar gibi Şâh-ı A'lâ'nın da sohbetinde bulunmak için can atanlar, bunun için uzak yerlerden kalkıp gelenler çok olurdu. Gelenlerin çoğu onun velî bir zât olduğunu bilirler, istifâde etmek arzu ve niyetiyle gelirlerdi. Gelenler arasında az da olsa o zâtın büyüklüğünü inkâr etmediği hâlde bir kerâmetine şâhid olmak arzusunda olanlar da bulunurdu.
Yine bir grup kimse onun zi-yâretine geliyorlardı. Bunlardan ır biri, akıllanndan birşey tutup; ma şunu ikrâm etsin. Bana da u versin" diye kalblerinden irdiler. Birbirlerine de söyledi-Fakat bunların tuttukları şey-hepsi mevcût olan, bulunan terdi. Gelenler arasında rtikâdı ızuk bir kimse vardı kİ, o; "Ar-olacak şeyler tuttu-terim ki, eğer o ha-bir zât ise, bana | ulunmayan bir ka- I ndi mevsimi değil-ifıltte de bulunmaz.
Tl verebilecek mi?" jaşları, böyle yapma->nu ikâz ettiler ise de o ıdı.
lyet Şeyhin huzûruna Buyurun, oturun denip terildi. Oturdular. Şâh-ı tlenlerin hepsine niyet et-şeyleri ikrâm etti. Sıra bo-ukâdlı kimseye geldiğinde,
ona da; "Oğul, sen burada bulunmayan birşey istedin. Ama üzülme az sonra inşâallah o da gelir" buyurdu.
Bu sırada Şâh-ı A'lâ'nın talebelerinden biri, bir iş için uzak bir yere gitmişti ve oradan dönüyordu. Dönerken, vakti geçtiği hâlde hocasına câzip bir hediye olsun ^ diye kavun satın alıp getirmişti. O talebe, hocasının huzûruna girdi ve getirdiği kavunu hocasına ar-zetti. O da kavunu, bozuk rtikâdlı I kimseye verdi. Bir müddet soh-I betten sonra gitmek için izin istediler. O da izin verince ayrıldılar, j Dışarı çıktıktan sonra herkes o büyük zâttan hürmet ve medh ile I bahsederken, o edebi kıt kimse 1 yine alaylı alaylı konuşmaya başladı. Arkadaşları onu ayıpladılar ve; "Ey kafasız herif! İstigfâr et. Hâline tövbe et. Yoksa rezil ve helâk olursun. Böyle bir kâmil zât için uygun olmayan sözler söyleme..." dediler. O bedbaht, kimseyi dinlemedi ve bozuk sözler sar-fetmekte ısrâr etti. Nihayet bu hâdiseden beş-on gün sonra hastalandı. Gün be gün hastalığı arttı. Hiçbir ilâç fayda vermedi. Sonunda herkese ibret olacak bir şekilde öldü.
Şâh-ı A'lâ'nın torunu ve halîfesi olan Şâh Muhammed şöyle anlatır; "Daha küçüktüm. Dedem ve aynı zamanda hocam olan Şâh-ı A'lâ'nın yanındaydım. Gece yarısını çok geçmişti ki, yüksek dedemin; "Cemâl! İbriğimi getiri" diye seslendiğini duyarak uyan-
Evfiyâlar AraiklopMİisi 147
şAh kubAd şİrvAnî
dım. Baktım. Beyaz elbiseli, uzun boylu birisinin dedemin huzûrun-da bulunduğunu gördüm. Ayakta ve edeble bekliyordu. O tanımadığım kimse su döküp, dedem abdest aldı. O şahıs dedemin işâ-reti ile ibriği kaldırıp bir kenara koydu. Geri gelip el bağlayarak durdu. Dedem; "Cemâl! Gidebilirsin başka iş yok" buyurdu. O şahıs birkaç adım gitti ve bir anda gözden kayboldu. Ben birden çok korktum. Dedeme, o kimsenin kim olduğunu suâl ettim. "Sus! Sen onun kim olduğunu şimdilik anlayamazsın." buyurdu. Ben edebimden ağzımı açıp tekrar soramadım. Her hâlde evliyâ-nın hizmetine gelen ricâl-i gayb-dendir diye düşündüm. Daha sonra anladım ki, o gördüğüm şahıs, dedemin hizmetinde bulu-an cinlerden biri imiş."
Şâh-ı A'lâ Şeyh Abdüsse-lâm'ın. Şeyh Nûr ve Şeyh Mensûr isimlerinde iki oğlu vardı. İkisi de genç olup onların da çocukları vardı. Allahü teâlânın takdîri Şeyh Nûr vefât etti. Bir müddet sonra Şeyh Mensûr da vefât eyledi. Şâh Muhammed isminde altı aylık bir torunu ve başka torunları da vardı. Hepsi kendi sağlığında vefât ettiler. Sâdece Şâh Muhammed kaldı. Şâh-ı A'lâ hiçbirinin vefâtı-na gözyaşı dökmedi. Allahü teâ-lânın takdirine râzı oldu. Sabretti. Hepsinin teçhiz ve tekfinini kendisi yaptı. Şehrin dışında, Mîr Sey-yid Ali Müftî'nin yanında bulunan bir yeri kendi âilesine kabristan edindiler. Çocuk ve torunları ora-
da yatmaktadırlar. Kendisi için de orada bir kabir hazırladı ise de, vefâtında dergâhının bahçesinde defnettiler.
Hayatta kalan tek torunu Şâh Muhammed'i bizzat kendisi yetiştirdi. Şâh Muhammed, yüksek dedesinin huzur ve sohbetlerinde bulunmakla, on dört yaşında ilim ve edebde yetişip kemâle ermişti. Daha sonra bu torununun, kendi yerine geçecek halîfesi olduğunu bildirdi ve; "Silsile yoluyla hocalarımdan bana ulaşan her nîmeti, emâneti, oğlum (torunum) Şâh Muhammed’e verdim" buyurdu.
Şâh Muhammed, dedesinin vefâtından sonra yerine geçerek, hizmete başladı ve Allahü teâlâ-nın kullarına bu yolun ince bilgilerini anlatmak ve bu yolda ilerlemek husûsunda rehberlik yaptı.
1)SIyer-ul-Aktâb; s.248
2)İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.209
ŞÂH KUBÂD ŞİRVÂNÎ; Velîlerin önde gelenlerinden. İsmi Şâh Kubâd Şirvânî’dir. Mevlânâ Şâh Kubâd da denir. Hazar Denizinin batı sâhilindeki Şirvan’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1543 (H.950) târihinde Şirvan’da vefât etti. Hocasının türbesi yanına defnedildi.
Şâh Kubâd Şirvânî, Şirvan Sultanı Kara Halil’in akrabâsı idi. Sultan ona beylik verdi. Bir müddet idârecilik yaptıktan sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile
148 Evliyâlar Ansiklopedisi
şAh kubAd ŞİRVANÎ
BAŞÜSTÜNE EFENDİM
Ömer Rûşenî hazretlerine talebe olması şöyle anlatılır: Karabağ’da Dede Ömer Rûşenî hazretleriyle karşılaşınca, kendisine talebe olmak istediğini bildirdi. Rûşenî hazretleri; “Bu altın yaldızlı elbiselerini sat. Yerine aba alıp giy. Köle ve hizmetçilerini bırak." buyurdu. Şâh Kubâd; "Başûstüne Efendim!" diyerek, bütün kıymetli eşyalarını sattı. Elde ettiği binlerce altını alıp Rûşenî hazretlerine getirdi. Sonra talebeliğe kabûl edilip nefsine zor gelen şeyleri yaparak hocasına candan hizmet etti. Rûşenî hazretlerine tam olarak bağlandı. Şâh Kubâd yetiştikten sonra Rûşenî hazretleri ona icazet, diploma verdi. Daha önce teslim aldığı altınları da kendisine verip, Şirvan'a gönderdi. O parayla dergâh ve mescidler inşâ etti. Orada insanları iyi bir müslûman olarak yetiştirmeye çalıştı.
dünyâ malını ve makâmını terk edip, kendini Allahü teâlânın yoluna adadı, önce Muhammed Ru-kiyye’nin sohbetlerine devâm etti. Sonra da evliyânın büyüklerinden Dede Ömer Rûşenî’nin talebesi oldu. Kendisinden yüksek mânevî ilimleri öğrenip icazet aldı.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî idi. Fakat Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşarak, Levh-i mah-fûz ona gösterildi. Pekçok âlim, müşkillerini ona gelip sorardı. Zîrâ o, Allahü teâlânın ihsânı ile âlim olmuştu. Yanına gelen büyük âlimler onu görünce, kendilerini deryâda bir damla su gibi görürlerdi. Mevlânâ Şâh Kubâd’ın bütün evlâdı ve torunlan âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldu. Beydâvî Tef-8Îrf ne hâşiye yazan Allâme Sad-rüddînzâde onun torunlarındandır.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî olduğu hâlde, ibâdet ile alâkalı meseleleri çok iyi bilirdi. Âlimlere hatâlarını söylerdi. “Ben bir ümmî kişiyim. Fakat bu meseleyi şöyle bilirim.” diyerek, o âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Yanma gelen birçok büyük âlim, onun büyüklüğünü kabûl ederek yanından aynlırdı.
Abdülmecîd Efendi isminde müftülükten ayrılmış ve halktan uzlet edip uzaklaşmış bir zât vardı. Dağlarda dolaşır, nice hârikalar gösterirdi. Herkes onu büyük bilir ve îtibâr gösterirdi. Lâkin Abdülmecîd bir büyük zâta tâbi olmamıştı. Şâh Kubâd hazretleri için de iyi konuşmaz; “O ümmî, okuma yazması olmayan biridir. Nasıl insanlara rehberlik yapabilir? Doğru yolu nasıl gösterebi-
Evtiyâlar Ansiklopedisi 149
Ah kubAd $İRvANt
BİR ÜMMÎYİ HOCA EDİNESİN!
Şirvân’da Molla İvaz ismi ile meşhûr. zühd ve verâ sâhibı. dünyâya düşkün olmayan ve şüphelilerden kaçan kâmil bir zât vardı. Kırlık bir yerde, kırk odalı bir binâ yaptırdı. Burada kırk büyük âlime ders verirdi. Ders verdiği bu kırk âlimin herbirinin de ayrı eıyrı ders verdikleri yerleri vardı. Bundan dolayı, Molla j İvaz’a kırk meclisli derlerdi. Bu zât, gündüzleri oruç tutar, ge-î çeleri ibâdetle meşgûl olurdu. Fakat, tasavvuf büyüklerinin sohbetinde hiç bulunmamıştı. Sâdece zâhirî ilimlerle uğraşır dı. Tasavvuf yolundakilere de iyi gözle bakmazdı. Bir gün bâzı talebeler, onun yanında Şâh Kubâd hazretlerinin hakkında ileri geri konuştular. "Şeyh Şâh Kubâd, okuma yazması olmayan bir câhildir. Onun yanında bulunanlar da ona uymuş câhillerdir." dediler. Molla İvaz bu durum karşısında, ders verdiği kırk âlim talebesine; “Herbiriniz tasavvuf yolunda bulunanların küfür ve günah üzere olduklarını bildiren meseleleri ve fetvâları toplayıp getirin. Bizzat gidip onlara yanlış yolda olduklannı söyleriz. Şâyet bu hâllerinden vazgeçerlerse, onların dalâletten ve bu yanlış yoldan kurtulmalarına vesîle olmuş oluruz. Eğer bu hâllerinden vazgeçmezlerse, hâkim haklarında gerekeni yapar." dedi.
Hocalarının emri üzerine, talebelerin herbiri büyük gayret sarfedip, istenilen fetvâları hazırladılar. Mevlânâ Şâh Kubâd'ı sevenlerin geldikleri bir günde, ona, Molla İvaz’ın onun hakkında fetvâ hazırladığı ve gelmek üzere olduğu bildirilince, sadece; “Hasbünallah” dedi, aslâ alınmadı. Molla İvaz talebeleri ile mahalle kenarına kadar geldiği hâlde, onda herhangi bir değişiklik olmadı ve normal hâlini bozmadı. Molla İvaz bu duruma kızıp; “İlimdeki zayıflığını göstermemek için böyle yapıyor, dışarı çıkmıyor. Artık iyice anlaşıldı ki, hakkında isnâd edilenler gerçekten doğru." diye düşündü. Bu düşünceler içerisinde Şâh Ku-bâd’ın bulunduğu odaya girdi. Şâh Kubâd, onlar gelince ayağa kalktı ve; "Buyurun efendiler.' diyerek oturmaları için yer gös-erdi. Oturduklarında, Mevlânâ Şâh Kubâd başını önüne eğdi. 3u sırada Molla İvaz talebelerine; şimdi söze başlayın diye işâ-

fUyûlar Ansiklopedisi
9ÂH KUBAD ŞİRVÂNİ
ret etti. Fakat talebelerden hiçbiri, kendilerinde konuşma tâkati bulamadı. Konuşması için hocalarına rica ettiler. Molla İvaz da konuşmak istedi, fakat o da konuşamadı. Şeyh Şâh Kubâd'ın tasarrufunun kendilerini kapladığını anlayıp; “Şeyh hazretleri, biz misâfiriz, bize ilim sofranızdan bir şeyler ikrâm edin." diyerek ricâda bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd, kelâm ilminden tasavvufi bir tarzda söze başladı. Mevzular hâlinde anlatırken, kelâm ilminin derin meselelerine daldı. Orada bulunanlar. onun anlattıkları derin bilgiler karşısında hayran kaldılar. Çünkü birkaç gün önce Molla İvaz'dan Şerh-I Mevâkıf’ı okurken, bir cümlenin îzâhı talebelere kapalı gelmiş, onu halletmeleri mümkün olmamıştı.
Şeyh Şâh Kubâd, kelâm mevzûlarını anlatırken, onların anlamadıkları o cümleyi de kolay ve anlaşılır bir şekilde anlatıverdi. Talebeler şaşkın bir hâlde birbirlerine bakarlarken. Molla İvaz da Şâh Kubâd hazretlerinin tasavvuf ilmindeki kuvvetini ve gözleri önünde olan kerâmetini görünce, ister istemez; “İnsaf dînin yarısıdır." diyerek, Şâh Kubâd hakkında söylediği sözlere tövbe edip, helâllik diledi ve talebeliğe kabül edilmesini ricâ etti. Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd; “Sen ki, Şirvân memleketinde kırk meclisli Molla İvaz olasın da, bir ümmîyi hoca edinesin” dedi. Molla İvaz; “Sultânım, Allahü teâlâya hamd olsun ki. bize hakîkat gösterildi. Bizim ve bizim gibilerin sü-i zanların-dan ve yanlış düşüncelerinden zât-ı âliniz uzak imişsiniz. Fakat şu âna kadar siyah çehremiz, saf, temiz ve parlak bir aynaya rastlamadı. Kendi ayıplarımızı görmeyip, ayıplarımızı başkalarına isnâd ettik. Elhamdülillah şimdi kendi kötü cemâlimizi gördük. O parlak ayna ile şereflendik. “Mümin, müminin aynasıdır." hadîs-i şerîfinin mânâsınca, sizin parlak ve cilâlanmış aynanıza bakmak sûretiyle; kendi hatâlarımızı gördük." diyerek, hâlini arz etti. Şâh Kubâd hazretleri de. Molla İvaz’ı ve talebelerini affederek, hepsini talebeliğe kabül etti. Molla İvaz ve ona tâbi olan talebelerden bâzılan, bu yolda çok yükseldiler. Zîrâ Mevlânâ Şâh Kubâd, onlara hizmeti kendisine vazife edinmişti.

<ntı dfifc I
Evliyâlar Ansiklopedisi
ŞÂH KUBÂD ŞİRVÂNÎ
lir?” derdi. Şâh Kubâd’a, Abdül-mecîd Efendinin hârikalar gösterdiğinden bahsedilince; “Keşf ve kerâmet, hârikâlar riyâzetler yâni nefsin istemediklerini yapmakla hâsıl olur. Kişiye lâzım olan mâri-fetullaha, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşmaktır. Mârifetullah ise, bir Allah adamını, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberi tanımakla olur. Şimdi Abdülmecîd’i irşâd edelim.” buyurdu. Sonra Abdülmecîd Efendinin kaldığı dağdaki mağarasına vardılar. Onu bulup sohbet ettiler. Bu sırada Abdülmecîd Efendi kerâmet göstermek istedi. Lâkin muvaffak olamadı. Bu es-nâda Şâh Kubâd onun kulağına . eğilip; “Yâ Allah!” dedi. Bunun üzerine Abdülmecîd Efendiyi bir ^B^al kapladı. Kendinden geçip ye-düştü. Şâh Kubâd da talebeleri ^Hbe berâber dergâha döndü. Ab-^Bdülmecîd Efendi, uzun müddet o halde kaldıktan sonra kendine T geldi. Şâh Kubâd hazretlerinin gittiğini görünce, kalkıp doğru şeyhin evine gelip kapısını çaldı. Şâh Kubâd, kimdir, dediğinde; “Molla Abdülmecîd’dir.” cevâbını verdi. Şâh Kubâd; “Burası medrese değildir. Sen müftî bir adamsın. Biz ise ümmî bir kişiyiz.” dedi ve kapıyı açmadı. Bir müddet geçtikten sonra Molla Abdülmecîd kapıya yine vurdu. Şâh Kubâd içerden yine, kimsin, dedi. Molla Abdülmecîd bu defâ da; “Şeyh Abdülmecîd.” cevâbını verdi. O zaman Şâh Kubâd içerden kendisine; “Bize şeyh lâzım değildir. Siz dergâhlara gidin.” dedi. Şeyh
Abdülmecîd çâresiz kalıp artıi^ kapıyı vurmadan beklemeye baş. ladı. Biraz sonra Şâh Kubâd kapı, yı açtı. Şeyh Abdülmecîd’i içe^j alıp, kendisini kabûl etti. Şey^^ Abdülmecîd bir
Yine bir gün Molla İvaz, mâ-nevî perdeler açılınca aşka gelip, kendi nefsine; “Ey kâbiliyetsiz İvaz! Senin yerin hayvanlar ahırıdır. Hâlâ insan olmadın” dedikten sonra, ikinci defâ bir hayvanın yularını başına geçirdi. Onun bu hâlini tekrar Mevlânâ Şâh Kubâd’a bildirdiler. O da hemen gelip, onun boynundaki yuları çıkardı.
Ona sarılıp; “Ey Molla İvaz! Bizi yaktın, yeter artık.” dedi. O anda Molla İvaz, Allahü teâlânın birçok lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Sonra Mevlânâ Şâh Kubâd ona hilâfet vererek, talebe yetiştirmesi için tekrar dergâhına gönderdi.
İran’da o zamanlar hüküm süren Şâh İsmâil, Ehl-i sünnet âlimlecine ve tasavvuf büyüklerine çeşitli eziyetler yapıyor ve onları öldürüyordu. Birçok Ehl-i sünnet âlimi İran’dan Anadolu’ya hicret
152 Evliyftlar Ansiklopedisi
şAH MUHAMMED ÇELEBİ
etti. Mevlânâ Şâh Kubâd ise, Al-lahü teâlâya tevekkül ederek, bulunduğu yerden ayrılmadı. Onu sevenler, İran’dan ayrılması için ne kadar ısrâr etliyseler de, orada kaldı. Şâh İsmâirin askerleri onu öldünnek için Şirvân’a geldilerse de, Allahü teâlânın izni ile Şirvân’a girdikleri anda, kimisi kör, kimisi kötürüm oldu. Mevlânâ Şâh Kubâd’a hiçbir kötülük yapamadılar. Mevlânâ Şâh Kubâd hazretleri sâyesinde, Ehl-i sünnet olan birçok kimse belâ ve musî-betten kurtuldu.
1)Hediyyet-ül-İhvân; Süleymâniye Kütüp-* nnesi Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4587
2)Lemezât, Süleymâniye Kütüphânesi. Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4546
3)İslâm Âlimleri Ansiklopedisi ; c.14, s.204
ŞÂH MUHAMMED BE-DAHŞÎ; Hindistan’ın meşhûr velîlerinden. 1582 (H.990) senesinde Bedahşan’ın Rostak bölgesindeki Eraska köyünde doğdu. 1661 (H.1072) senesinde vefât etti. Molla Şâh ismiyle tanınmıştır. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. İlk tahsilini Belh'de yaptı. Sonra üç sene Keşmir’de kaldı. Daha sonra Agra’ya kadar olmak üzere Hindistan’ın kuzeyinde bir seyahat yaptı. Tasavvufta Şeyh Mi-yânmir’in sohbetlerinde bulunarak Kâdirî yolunda kemâle erdi. Kısa zamanda yükselip üstün hallere kavuştu. Geceleri uyumaz, peygamberlerin ve velîlerin rûhâ-niyeti ile görüşüp sohbet ederdi.
Tasavvuf yolundaki çalışmalarını Lahor’da tamamladıktan sonra Keşmir’e gitti, ömrünün sonuna kadar orada kaldı. İnsanlar arasına pek çıkmazdı. Çevresinde pekçok talebe toplandı. Uzun müddet onlara rehberlik yapıp Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İnsanların saâdete kavuşmasına vesîle oldu. Hindistan’da hüküm süren Bâbürlü Hânedânı-na mensub Dârâ Şükûh ve Cihâ-nâra Begüm onun ileri gelen dostlanndandı.
Başlıca eserleri şunlardır: 1) Şerh-i Rubâiyyât, 2) Risâle-i Şâhiyye, 3) Risâle der Tevhîd-i Hak: Tasavvufa âit risâleler. Tef-sîr-i Şâh veya Şâh-ı Tefâsir adıyla Fâtiha, Bekara, Âl-i İmrân ve Yûsuf sûrelerine yaptığı tefsirleri vardır.
1)Hazînet-ül-Asfıyâ; c.1, s.173
2)Persian Literatüre; c.1, s.1819
ŞÂH MUHAMMED ÇELEBİ; Osmanlı âlimlerinden. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin neslinden-dir. Afyonkarahisar kadısı olan Mevlânâ Harm bin Muhammed bin Âdil’in oğludur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1570 (H.978) senesinde İstanbul’da vefât etti. Âbid Çelebi Mescidi bahçesinde defnedildi.
I Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Merha-I bâ Efendi, Afyonkarahisar’da Ge-I dik Ahmed Paşa Medresesi mü-
Evtiyâlar Ansiklopadisi 153
ŞAH MUHAlVIMtU V^LKBI
ŞAh Muhammed Çeltbi'nin dars verdiği Edirnekapı Mihrimah Sultan Medresesi
ve Câmii.
dernsi iken, ondan ilim öğrendi. I Mübâhî Ali Paşa Medresesine I nakledilince, onunla berâber gitti ve ilim tahsiline devâm etti. Sahn-ı | semân Medresesi müderrisi olan ! Çivizâde’ye kavuşup, talebeleri arasına girdi. Hizmetinde bulundu ve istifâde etti. 1530 (H.937) senesinde Çivizâde Mısır kadısı olunca, onun yanında bulunup, hizmetine devâm etti. 1537 senesinde Anadolu kadiaskeri olunca, muhâsebeci vazifesini yürüttü. Çivizâde, 1538 senesinde şeyhülislâm olunca onun yanında mülâ-zim stajyer olarak vazife yaptı. İlk olarak Bursa Molla Hüsrev Med-resesi’ne, daha sonra Edime Si-râciyye Medresesine müderris tâyin olundu. Daha pekçok medresede müderrislik yaptıktan sonra
154 EvliyAlar Ansiklopedisi
1566 senesinde Edirne kadılıklarını adâlet ve doğrulukla yürüttü. 1568 senesinde İstanbul kâdılığı-na terfi ettirildi. 1569 senesinde emekli oldu.
Şâh Muhammed Çelebi; âlim, fazîîetli, ilmiyle amel eden, güzel ahlâk sâhibi bir zât idi. Geniş ilim ve irfân sâhibi, açık sözlü olup, hakîkati söylemekten çekinmezdi. Asrında, onun İlmî üstünlüğünü herkes kabûl ederdi. Fazileti ve şöhreti her tarafta duyuldu.
Nakledilir ki; Çivizâde, 1545 senesinde Rumeli kadiaskeri olunca, Şâh Muhammed Çelebl'nin Si-râciyye Medresesine tâyin edilmesi için pâdişâha arz edip, onun iyiliğinden bahsederken; “Bu hakirin mülâzimi olmasından başka hiçbir
$Am MUNAMMED Miirtûli ÖMCIrf
•yta yoktur.' dadL Bmr Ozarin* piOışitK ÇMziöa’ya Ibfkt «fip; ■Bindi Yatna «zin tM^niz ot-ırwu om imf olvıfc yatv.* dadL ÇMzida bmn Ozartna; *SaAdaH pAAMNm. N mûtftzimim varda. Biri Şlh lA^ıarnmed Çaiebi, diğari da Knafezftda Al ÇatabTdk. İM gözüm gisidirtar. İkismai babirindan fvtoyokka*dadL .
Kârtûnf Sultan SOlaymin, Mabcivln tatmin» qkacağı za-mart, M^rimah Stdtan Medreaa aina BağdAdlzAda Haşan Ç«la-bTnin mOdarris tAyâı olunacağı an «Mnca, kabûl atmayip; *Bu madraaa, Şİh Mıiıammad Çaia-bf Mn yarûr. Ba^«na varttraa kapata vaya der;^ hâina gatiri-fiz* dad va Şâh Mıiıammad Ça-latry um atti. Şâh Muhammad Çelebi, bu madraaada Hm öğra-İp Kur'IrvH karimin haMkadarini vMknaya çafedb.
MüyafaıT* <fya aorduldannda; *Yinni baş akça ila Sirâciyya vaziM iıan, kadı-mOrâcaat atmiştim. O Baca rAyimda, hocam Çivizl-d^ gBrdfira. Dadı M:'Dûşûndü-ğOndan vazgaç. Ancak İstanbul oluraun.* Martmmun sö-' «a ı4(inda dıamama
SAh MUHAMMED MA'SÛM OMERl; HkKfistan vanarMan. ismi Şâh Muhammad Ma'süm Omad bin Abdûnaşid SJhib bin Ahmad SaicTcfr. imim-ı Rabbânl hazratlarinin torunlanndandır. 1846 #11263) aanaainda Data’da Abduiah-ı Dahlavt hazratlarinin dargâhaida doğdu. 1922 (K1341) aanaainda Mekka-i mûkanamada vafâl aOL Babaann yam dafna-(SdL
Küçük yaşU Kur*lnH katimi azbariadl. Zlhirf imleri dedaainn talebelerinin önda gelenlerMen Mola Muhammad NOvâb va küçük amcası Muhammad Maz-har*dan okudu.
Hadis ilmini Şâh Abdülgani va Şeyh Sıddlt Kemâl MakKTdan öğrandL Dadesindan va babaesv dan tasavvuf yolunda yetişti va kamâiagaldL
1856 aanaainda zâlm İngiliz orduian, Hindistan’ı işgâi adinca, milyonlarca mOslûman hunharca katiedidL Bir knm da aç baakn hp öiûma tarkadildi. İngiliztarin allarindan kaçıp kurtulabilen müalOmanlardan bir kamı, MadP na-l mOnavvaraya hicret atti. Bunlar arasffida Ş^ Muhammad Ma'sum-i ömad da vardı. Babası AbdOnaşid Sâhib’in (r Jtoyh) va-fâtiiKtan sonra, 1873 sanasinda Hindistan’a döndü. Otuz üç sana
ŞAH RAUF AHMED; Hindistan’ın büyük velîlerinden. İslâm âlımı Imâm-ı Rabbânî hazretlerinin küçük oğlu Muhammed Yah-yâ’nm neslindendir. 1786 (H.1201) senesinde doğdu. 1837
! (H 1253)de hacca giderken Ye-men’de denizde şehîd oldu. Ye-men’de medfûndur. Evlıyânm meşhurlarından Abdullah-ı Dehle-vî hazretlerinin meşhûr talebele-rindendir. Zâhır ve bâtın ılımlenn-de âlimdi.
önceleri Şeyh Dergâhî’nin ta-lebelen arasına girdi. Sonra teyzesinin oğlu Ebû Saîd Müceddı-dî’nin mânevî işâreti ile. Abdullah-I Dehlevî’nin sohbetine kavuştu. Onun terbiye ve himâyesinde ke-
MEMNUN OLDUM
Hocası Abdullah-ı Dehlevî, bir mektubunda Şâh Raûf Ah-med’e şöyle demektedir:
“Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübarek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim. İki mektubunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risâleyi aldım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yaymadaki gayretinizi arttırsın, İnsanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla yanıp tutuşsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden hoş-nûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka kavuşmasına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te'arruf, Nefehât-ül-Ûns ve fıkıh kitapları meclisinizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden secdeye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz zamanlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk’ı arayanları da kendi yoluna, dînine kavuştursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyilikleri size de versin. Size ve yanınızdakilere selâm ederim."
Evliyâlar Ansiklopadisi 157
$Ah raûf ahme
Şah Raûf Ahmed'in Hindistan'ın Dehli şehrinde bulunan kabri, önde sağdaki yarım kabir Şâh Veliyyullah>ı Dehlevî hazretlerine âittir.
mâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin icazet ve işâretiyle Hindistan’ın Behûpal kasabasına giderek, insanlara doğru olarak dînimizi anlatmaya başladı. Orada ilim ve edeb öğretti. Yüzlerce talebesi oldu. Onun mânevî terbiyesinde çok kimseler velîlik makamına kavuştular.
Şâh Raûf Ahmed, hocası Ab-dullah-ı Dehlev?nin kıymetli sözlerini ve günlük sohbetlerini ihtivâ eden, Dürr-ül-Me*ârif isminde çok kıymetli bir eser yazdı. Bu eser, İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşredildi. Ayrıca tefsîr, ha-
158 Evliyftlv AnsiklopMÜsi
dîs ve fıkha dâir çok eserien dır. Hocasının mektuplannı w yıp, Mekâtib-i Şertfe ısmıncj^ kitap yaptı. Farsça ve Hindce ^ leri ihtivâ eden Dîvân-ı Raûf ^ bir de dîvânı vardır.
Hocasından naklen buyurdu ki
“İnsan dâimâ Allahü teâlâya yönelmelidir. Her an ve zamanda, her ibâdet ve işte kendisine gelen feyz ve nûrları düşünmeli, nasıl bir berekete kavuştuğunu anlamalıdır, Meselâ; namaza durduğunda gelen nûrlar ve bereketlerin nasıl olduğunu, kırâat ile berâber bu feyz ve bereketlerin ne hâle döndüğünü, Allahü teâlâya hamdü senâda-ki feyzi, dil ve Kelime-i tevhîd söylemekteki bereketi, hadîs-i şerîfleri okurken ihsân buyurulan sırları incelemeli ve bu sûretle günahlardan hâsıl olan mânevî zararları gözleyip, anlamalıdır. Meselâ; haram ve şüpheli lokmadan kalbe nasıl bir zulmet geliyor ve gıybet I etmek insanın bâtınına nasıl zarar veriyor, yalan söylemek kalbde 1 nasıl bir leke bırakıyor anlaşılır. Böylece, bütün haram, mekruh ve günahlann zehir, zarar ve ziyân olduğu vicdânen bizzat farkedilir. Yâni her hâlinde, her iş ve sözünü inceleyip, İslâmiyete uygun olup olmadığını dikkat ile tâkib etmelidir. Eğer işi ve sözü İslâmiyete uygun ise, bunun şükrünü yerine getirmelidir. Eğer, Allahü teâlâ mu-hâfaza buyursun, O’na aykırı ve uymuyor ise hemen tövbe etmeli, istigfârda bulunmalıdır. Aşikâre işlenen günahın tövbesi âşikâre ya-
$âh Raûf Ahmed'in hocası Abdullah-ı Dehlevî'nin sohbetlerini topladığı Dürr-ül-Meânf adlı eserinin kapak sayfası.
pılmalı, gizli günahınki de gizli yapılmalıdır. Tövbeyi geciktirmemeli-dir. Çünkü Klrâmen kâtlbîn melekleri. işlenen günahı hemen yazmazlar, müminin tövbe etmesini beklerler. Tövbe edince bu günahı hiç yazmazlar.”
1)Makâmât-ı Mazhanyye; s. 177
2)Hadîkat-ül-Evlıyâ; Birinci kısım; s. 158
3)Durr-ül-Me’ârif; İstanbul 1394
4)Mekâtib-i Şeıffe; (İstanbul, 1992 Baskısı) S.248
5)Tam İlmihâl Seâdet-ı Ebediyye; (49. Baskı)!. 1045
6)İslâm Alimleri Ansiklopedisi; c.18. s.220
ŞÂH şücA kIrmAnî
ŞÂH ŞÜCÂ KİRMÂNÎ; Büyük velîlerden. Adı Şâh bin Şücâ, künyesi Ebü’l-Fevâris’tir. Kirman pâdişâhının oğlu olup zamânının büyüğü, hakîkat yolunun önderi idi. Firâseti keskindi. İşi evliyâyı bulup, onunla sohbet etmekti. Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Hafs, Ebû Ubeyd Busrî ve Yahyâ bin Muâz gibi âlimlerle sohbet etmiştir. Ebû Osman Hîrî talebesi iken, Şâh Şücâ’nın izniyle Ebû Hafs’ın talebesi olmuştur. Şâh Şücâ 889 (H.276) da vefât etti.
Tövbesinin sebebi şöyle anlatılır: “Şâh Şücâ dünyâya geldiği vakit, göğsünün üzerinde yeşil bir hatla “Allah celle celâlühü” yazılıydı. Gençlik zamanında gezip tozmayı, eğlenmeyi kendine iş edinmişti. Saz çalıp, şarkı söylerdi. Bir gece, bir mahallede, saz çalıp şarkı söylüyordu. Bir kadın evinden çıkıp, onu seyretmeye gitmişti. Kocası uyanıp karısını evde göremeyince, dışarı çıkıp karısını Şâh Şücâ’yı seyrederken görünce, Şâh Şücâ’ya; “Ey zâlim! Tövbe etmenin zamanı gelmedi mi?” diye sordu. Şâh Şücâ’ bunun etkisinde kalarak; “Geldi, geldi...” deyip elbisesini yırttı ve sazı kırdı. Eve gelip gu-sül abdesti alarak, kırk gün dışarı çıkmadı ve bir şey yemedi. Bunun için babası; “Bize kırk yılda vermediklerini ona kırk günde verdiler.” demişti.
Şâh Şücâ kırk yıl uyumadı. Uyumaması için gözüne tuz sürerdi. Gözleri bu yüzden devamlı
Evllyilar Ansiklopedisi 159

160 Eviiyâlar Ansiklopedisi
ŞÂH ŞÜCÂ KİRMANI
DAMAT OLMAK
Şâh Şücâ Kirmânî, devrinin evliyâsı,
Allahü teâlâdan, pekçok idi hayâsı.
Çok sâliha bir kızı, vardı ki bu velînin.
En güzel kızı idi, hem de Kirman ilinin.
Bu kıza çok kimseler, tâlip oldular, fakat, Babası hiç birine, etmedi muvâfakat.
Üç gün mühlet isteyip, dolaştı câmileri,
Aradı kızı için, âhiret ehli biri.
Düşündü: "Öyle biri, olmalı ki bu dâmat, Dünyâlıgı olmasın, takvâsı olsun fakat."
Rastladı bir câmide, namaz kılan bir gence, Cezbetti onun hâli, kendisini hemence.
Ta'dîl-i erkân ile, kılıyordu o namaz,
Uzaktan gıpta ile, seyretti onu biraz.
Namazı bitirince, yaklaştı ona derhal, "Evlâdım, evli misin?" diyerek etti suâl.
O; "Bekârım" deyince, buyurdu ki: "Baksana, Eğer kabûl edersen, bir teklîfim var sana.
Takvâ ehli, çok güzel, hem de sâhib-i edeb. Bir kız olsa, onunla, evlenir miydin acep?"
Dedi ki: "Evlenirdim, lâkin bir şey diyeyim. Bana kim kız verir ki, yok dünyâlık bir şeyim?
Şu anda üç dirhemim, var sadece yanımda. Evlensem sabreder mi, bu hâle, o hanım da?
Çekmeli benim gibi, o da her meşakkati. Olmamalı gönlünde, hiç dünyâ muhabbeti.
Var mıdır böyle bir kız, benimle evlenecek? Olsa da, öyle kızı, kimdir bana verecek?"
___ ŞÂH ŞÜCÂ KİRMÂNİ
Buyurdu ki: "Tam öyle, bir kızım var ki benim,
Onu sana vermektir, benim asıl niyetim.
O dahi senin gibi, takvâ ehli biridir,
Bilhassa bu dünyâya, sevgisi yok gibidir."
0 genç kabûl etti ve yapıldı düğün dernek,
Ve önceden almıştı, eve kuru bir ekmek.
O kız bunu görünce, hayret etti bir nice,
"Bu ekmek ne olacak?" diye sordu o gence.
Dedi ki: "Bu ekmeği, yarın yememiz için.
Bu günden ayırdım ki, müsterih olsun için.”
Kız dedi ki: "Buna hiç, lüzum yoktu vallahi.
Bugünkü rızkı veren, verirdi yarın dahi.
Ekmek ayırır isek, akşamdan sabaha biz,
Allah'a tevekkülden, bahsedebilir miyiz?
Hâlbuki babam bana, demişti ki: "Evlâdım,
Seni ben, zühd sâhibi birine nikâhladım."
Senin hâlin uymuyor, babamın dediğiyle.
Meğer ben evlenmişim, dünyâ ehli biriyle.
Ya bu ekmek çıkmalı, bu evden, yâhut da ben,
Zîrâ hiç böyle olmaz, Hakk'a tevekkül eden."
Genç o kuru ekmeği, vererek fukaraya.
Sevinip şükr eyledi, Allahü teâlâya.
İşte birbirlerinden, üstündü böyle onlar.
Evlenip ikisi de, oldu mes'ûd bahtiyar.
Kul, dünyâdan kaçtıkça, bulur rahat ve huzur,
■fecrübe edilmiştir, değişmez ölçü budur.
Yâ Rabbî bu mübârek, kulların hürmetine.
Kavuştur bizleri de, böyle zühd nîmetine.
EvliyAlar AnsiUopadisi 1
ŞÂH ŞÜCA KİRMAnI
ŞÂH’IN KIZI
Şâh Şücâ Kirmânrnin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona tâlibdi. Şâh onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidlen dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitirinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip: “Ey genç, evli misin?" diye sordu. Genç; “Hayır." deyince, ona; “Kur’ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?" dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok." dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al." dedi. Şâh Şücâ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı, o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?" diye sorunca, genç; “Senin nasibindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım." dedi. Şâh'ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç; “Ah! Ben Şâh’ın kızının, benim yanımda durmayacağını bilmiştim." dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmânının zayıflığı için gidiyorum. Sen akşamdan, sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama şaşıyorum, bunca senedir yanındayım, bana seni haramlardan kaçan, dünyâyı hiç düşünmeyen birine vereceğim derdi. Bugün öyle birine verdi ki, Rabbine îtimâd etmiyor, rahat içinde bulunmuyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver." dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mesûd olarak yaşadı.
kızarık olurdu. Bir gece uyuduğunda, rüyasında anlatılması güç, çok güzel şeyler gördü. Bundan sonra onu nerde görseler, yanında bir yastığa dayanır uyurdu. “Belki öyle bir rüyâ görürüm diye uyuyorum.” derdi. Uyumağa âşık olmuştu. “Böyle rüyânın bir ânını, bütün âlemin uyanıklığına değişmem.” buyururdu.
Şâh Şücâ ile Yahyâ bin Muâz arasında iyi bir dostluk vardı. Aynı
162 Evfiyâlar Ansiklopedisi
bölgede bulundukları halde, Şâh Şücâ, Yahyâ bin Muâz’ın meclisinde bulunmazdı. "Niçin Yahyâ bin Muâz’ın sohbetlerine katılmıyorsun?” dediklerinde, “Doğrusu budur.” derdi. Isrâr etmeleri üzerine, bir gün gidip bir köşede oturdu. Yahyâ bin Muâz konuşamadı ve; “Burada, konuşmaya benden lâyık birisi vardır." dedi. Şâh Şücâ, “Benim buraya gelmem uygun olmaz demedim mİ?” dedi.
SAh şOcA kIrmAnI
Ebû Hafs. Şâh Şücâ*ya bir fTiektup yazarak: “Nefsime, amelime ve kusuruma bakıp ümitsizliğe düştüm." dedi. Şâh Şücâ ona cevap yazarak şöyle dedi; “Mektubunu kendi gönlüme ayna yaptım. Eğer hâlis bir şekilde nefsimden ümit kesecek olursam, saf bir şekilde Allahü teâlâya ümid bağlamış olurum. Şâyet Allahü teâlâya saf bir şekilde ümit bağlarsam, Allahü teâlâdan saf bir şekilde korkmuş olurum. O zaman kendi nefsimden ümit keserim. Nefsimden ümit kesince, Allahü teâlâyı zikredebilirim. Ben Allahü teâlâyı zikredince, Allahü teâlâ beni affeder. Allahü teâlâ beni affedince halktan kurtulur, Allah dostları ile berâber oluruna.”
Şâh Şücâ Kirmânî buyurdu ki. “Evliyâyı sevmekten daha kıymetli ibâdet olamaz. Evliyâyı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeğe yol açar. Allahü teâlâyı seveni Allahü teâlâ da sever.”
“Âbidlerin yaptığı nâfile ibâdetler arasında, evliyâya olan muhabbet gibisi yoktur.”
"Güzel ahlâk, başkalarına eziyet etmemek ve güçlüklere katlanmaktır.”
“Gözünü harama bakmaktan, nefsini isteklerinden koruyup, kalbini devamlı murâkabe, bedenini sünnete uygun amellerle mâmur edenin, firâsetinde hiç hatâ olmaz."
“Sabnn alâmeti üçtür: Samîmi bir nzâ, şikâyeti terk, kaderin
tecellîsini gönül hoşluğuyla ka-bûllenme."
“Tövbe etmiş olmak için dünyâyı, murâda ermek için de nefsinin arzu ve isteklerini terk et.”
“Takvânın alâmeti verâ; verâ-nm alâmeti, helâl olduğu şüpheli olan şeylerden geri durmaktır.”
**Yalan söylemekten, gıybet etmekten ve hıyânette bulunmaktan uzak durunuz.”
misafir kopek
Hâce Ali Sirgâhî, Şâh'ın türbesinin yanında yemek verirdi. Böyle bir gün; “Yâ Rabbî! Bir misâfir gönder!” dedi. Aniden bir köpek geldi. Hâce Ali köpeği kovaladı. Köpek kaçtı. Sonra Şâh'ın kabrinden bir ses geldi: “Misâfir istiyordun. Gönderdik, kovdun.” dedi. Derhal kalktı, dışarı koştu. Köpeği aradı bulamadı. Şehrin dışına gitti. Köpeği orada bir ağacın altında yatıyor halde buldu. Yemeği onun önüne koydu. Köpek yemeğe dönüp bakmadı. Hâce Ali utandı ve is-tigfâra başladı. Tövbe etti. Köpek; “Ey Hâce Ali, şimdi iyi ettin. Misâfir çağırıp kovmak ne demektir. Dikkatli ol! Eğer Şâh Şücâ orada ol masaydı, göreceğini görmüş-tün.” dedi.
Evliyftiar Ansiklopedisi 163
»Ah VELf AVINTABf
•Rabbini tanıyan O'ndan başka her şeyi unutur O’nu tanımayan O'ndan başka her şeye tutulur •
Şâh Şücâ Kirmânrnin Mir*ât-ût-Hukemâ isimli bir kitabı ile ta- ' sâvvufa dâir birçok küçük hsâlesi . vardır.
şâhıs, Şâh Velî'ye; “Hoca ikiyi», nasılsın?" diye sordu. Şâh Velî (W “Üçlen İyiyim." karşılığını verdi o
şâhıs; "Niye er kalkmadın?"
diye
1} HUymt-iM Evlıyâ; c.10,1.237
2)Tabakât-tiı-Sûflyye; s. 192
3)Tabakât-ul-Kubfâ; c.1, s.105
4)Ne#8hât-ül-Un6: s. 137
5)Kışf-ül-Mahcûb; s.286
6)Kıyâmei ve Ahiret; (5. Baskı) s.333
7)Tazkıret-ûl-Evliyâ; s.202
8)İslâm Aiimlen Ansiklopedisi; c.3, s.306
ŞÂH VELÎ AYIIMTABÎ; Gaziantep velîlerinden. İsmi Velî, nisbesi Askerî’dir. Babasının adı Meh-med'dir. Gaziantep’In Oğuzeli İlçesine bağlı Ağaçhöyük köyünde doğdu. Doğum târihi belli değildir. Tahsil çağına geldiğinde za-mânın âlimlerinden ilim öğrendikten sonra 1549 (H.956) senesinde Halvetî şeyhi Yâkûb Efendinin sohbetlerine katıldı ve talebesi oldu. Kısa zamanda tasavvufun yüksek derecelerine kavuşan Şâh Velî, hocasından icâzet, diploma aldıktan sonra insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklannı anlatmaya çalıştı. Bu arada çeşitli eserler yazdı.
Bir gün Gaziantep’in ileri gelenlerinden biri, yardımcısı ile, yolda yürürken, câminin duvannı tâ-mir eden Şâh Velî ile karşılaştı. O
I sorduğunda; “Er kalktım da el a), dı." cevâbını verdi. Yine o “Bir kaz yollasam yolar mısın?" diye sorunca, Şâh Velî; “O işi ly, beceririm." dedi. Vedâlaşıp ayni-dıktan sonra o zât yardımcısına “Biz ne konuştuk?" diye sordu. Yardımcısı cevap veremedi. Bunun üzerine o zât; “Sen ki benim yardımcımsın! Bir yaşlının anladığını niçin anlamazsın. Eğer yanna kadar anlamazsan seni yardımcılıktan azl edeceğim." dedi. Yardımcı hemen yaşlı adamı buldu ve; “Siz ne konuştunuz? Ne olur bana söyleyin. Ne isterseniz vereceğim.” dedi. Şâh Velî ondan câ> minin tâmir edilmesini istedikten sonra; “O, ikiylen nasılsın, diyerek yâni ayakların tutuyor mu, kendi işini kendin yapabiliyor musun demek istedi. Bense, üçlen iyiyim, diyerek o dediklerini bastonla yapabiliyorum demek istedim. 0, niye er kalkmadın, yânî, neden evlenip çocuk sâhibi olmadın, şimdi onlar bu işi sana bırakmazlardı, demek istedi. Bense, er kalktım da, el aldı, diyerek evlenip çocuklarımın kız olduklarını, evlenip gittiklerini bildirdim.” dedi. Yardımcı hemen; “Ya o, bir kaz yollasam yolar mısın, diyerek ne demek istedi. Şâh Velî; “Bana acıdı ve bana yardım etmek istedi. Bu iş için de seni gönderdi.” dedi. Yardımcı bunlan öğrendikten sonra câmiyi tâmir ettirdi.
k164 EvHyter AnsildopMİlsi
Şflh Vefî Ayıntabî'nin Gaziantep'te bulunan kabri.
Şâh Velî bâzı eserler yazmıştır. Bunlardan EI-Kevâkib-ül-Mu-dîe fit-Tarîkat-il-Muhammediy-ye isimli tasavvufî eseri Ayasofya Kütüphânesi 2022 numarada kayıtlıdır. Risâlet-ül-Bedriyye fî Beyân-ı Tarîkat-il-Mardiyye isimli 1390 beyitlik manzum bir eserini 1582 senesinde yazmıştır. Diğer eserlerine kayıtlarda rastlanmamıştır.
Şâh Velî Ayıntabfnin vefât târihi ihtilaflıdır. Bâzı kaynaklarda 1604 (H.1013), bâzılarında ise,
1591 (H.1000) senesinde vefât ettiği kayıtlıdır. Şâh Velî vefâtın-dan sonra kendi adıyla anılan câ-minin bahçesine defnedildi. Kabrinin üstü açıktır. Şâhvelî Câmii, Gâziantep savunması sırasında tamâmen yıkıldı. Daha sonra torunları câmiyi ve kabrini yeniden yaptırdı.
köy yumurtası sizin icin sundu.


lohman tavuk özellikleri

lohman tavuk fiyatları

köy yumurtası

lohman tavuk çiftliği

lohman brown tavuk fiyatları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder