29 Mart 2015 Pazar

lohman brown,dan islam bilgisi3



köy yumurtası fiyatları,dan islam bilgisi3 bugün köy yumurtası sizin icin islam bilgilerini sizlere sunuyorum ve sizinde bildiginiz gibi en güzel yaszılarımızı islam yazılarımı sizlere sunuyoruz ve lohman brown diyorki ŞÂH VELİYYULLAH-I DEH-LEVÎ; Hindistan’ın büyük vefîle-nnden. Tefsir, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Abdürra-hîm bin Vecîhüddîn, künyesi Ebü'l-Feyyâz, Ebû Abdullah ve Ebû Abdülazîz’dir. Soyu, baba tarafından hazret-l Ömer’e, anne tarafından ise hazret-i Hüseyin’e \ ulaşır. Lakabı Kutbüddîn, Şâh Ve-liyyullah ve Şâh Sâhib; nisbesi ise Hindi, Dehlevî ve Fârûkî’dir. Daha çok Şâh Veliyyullah Ahmed Sâ-hib-i Dehlevî diye tanınır. 1702 (H.1114) senesi Şevvâl ayında Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1762 (H.1176) senesi Muharrem ayının yirmi dokuzuncu günü öğleden sonra orada vefât etti. Şehrin dışında, bugün Mehdiyân diye bilinen yerde, babasının yanında medfûndur. Kabri belli olup, ziyaret edilmektedir. Doğum ve vefât târihleri, (1699-1766) olarak da rivâyet edilmiştir.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî’nin babası Şeyh ^fiyyullah Abdürra-hîm, Gürgâniyye Devletinin en büyük hükümdârı olan Âlemgîr Şâhın hazırlattığı Fetâvây-ı AlemgirVnin tashîh heyeti âzâla-nndan idi. Zamânının ulemâsı ta- I

rafından hürmet edilen, tasavvufta yüksek dereceler sâhibi bir zât I idi. Bu zâta rüyâsında, Hindistan I evliyâsının büyüklerinden Kut-I büddîn Ahmed Bahtiyâr Kâkî eF i Uşî hazretleri görünüp bir oğlu I olacağını, Allahü teâlânın dînine I hizmet edeceğini ve ona kendi is-I mini vermesini bildirdi. Şeyh Ab-dürrahtm, başka bir rüyâda gösterilen bir işâret üzerine de, za-mânın ulemâsından Şeyh Mu-hammed isminde bir zâtın Fahr-ün-nisâ adlı kızı ile evlendi. Bu hanımından Şâh Veliyyullah doğdu. Onun doğduğunda, babasının, rüyâsında Kutbüddîn-i Bahtiyâr hazretlerini göreli çok zaman olmuştu ve babası bu rüyâyı unutmuştu. Oğlu dünyâya gelince ona Veliyyullah ismini verdi. Bir müddet sonra o rüyâyı hatırladı ve oğluna; “Kutbüddîn Ahmed" diye ikinci bir isim verdi.
O doğduğu sırada birçok kimse, Delhi’de Şeyh Safiyyul-lah'ın evinde bir çocuğun doğduğuna, bunun Allahü teâlânın dînine çok hizmet edeceğine dâir işâretler gördüler.
Şâh Veliyyullah, gün geçtikçe serpilip büyüdü. Çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hâfızası, edeb ve hayâsı fevkalâde idi. Bir gün bahçede akranı çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; “Evlâdım! Bu günden îtibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliye
Şâh V«nyyullah>ı Dehlevî hazretlerinin Hindistan Delhi'de bulunan kabri (öndeki).
ten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da. okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir.” dedi.
Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şâh Ve-liyyullah; o zamâna kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur*ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de tâlim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazdı. On yaşında Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî’nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Babasının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i
Şerîf kitaplarını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye’yi. usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-I Hayâl? ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şemsiyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye’yi okudu. Nahiv ilminde. Molla Câmryi ve meânî ilminde, Mutavvel ve Muhtasar-ül-Me’ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey’et (astronomi), hesab (aritmetik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu’cez fit-Tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında
celemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplannı tâlim edip, inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsilini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz ala- I rak, bâtını hazînelere de kavuştu. | Son olarak okuduğu Beydâvî Tefsiri ni tamamlayınca babası, j ulemâ ve sâlihlerin, fakir ve zen-ginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazret-lerine icâzet verip, başına da ' âlimlere mahsus sarığı giydirdi. i
Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, velîlik yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen oğlu Şâh Veliy-yullah’ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazifelendirdi. Çok
geçmeden de 1719 senesinde vefât etti. Muhterem babasının vefâtından sonra, onun kürsîsın-den, on bir sene zâhirî ve bâtınî ilimleri öğreten Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin İlmî şöhreti her tarafa yayıldı. Her beldeden akın akın talebeler geldi. Ona gelenler, arzuladıklarına kavuşup memleketlerine geri döndüler. Bu arada kendisi, durmadan okuyor, araştırıyor, inceliyordu. Dört mezhebin hükümlerindeki delîllerinı tek tek araştırıp tahkîk etti. Bunların neticesinde Hanefî, Hanbelî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebi imâm ve âlimlerinin yüksekliklerini, çalışmalarını, gayretlerini daha iyi an-I ladı.
Her ilimde söz sâhibi olduğu I hâlde, yine de başka ilim sâhiple-rinden birşeyler öğrenmeye gayret eden Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farizasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının il-1 minden istifâde etmek maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mü-
168 Evlıyâlar Ansiklopedisi
$Ah VELİYYULLAH-I dehlevî
kerremeye gitti. Hac vazifesini ifâ edip, dünyânın her tarafından oraya gelen Allah dostları ile de görüştü, ilim sâhiplerinin ilminden istifâde etti. Medîne-i münevvere-de bir sene kadar kaldı. Hem ders verdi, hem ilim öğrendi. Mu-hammed Efdal Hacı Siyâlkûtî, Ebû Tâhir Muhammed Medenî, Şeyh Vefdullah bin Süleymân Mağribî, Mekke müftîsi Tâcüddîn Kail Hanefî, Şeyh Semâvî, Şeyh Kaşşâşî, Abdullah bin Sâlim Basıl, Haşan Acemi, îsâ Câferî, Şey-yid Abdürrahmân İdrisî ve Şem-seddîn Muhammed bin A'lâ Bâbi-li gibi âlimlerden ilim öğrenip icâ-zet, diploma aldı. Bilhassa Ebû Tâhir Kürdî Medenî’nin ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Tekrar hac ettikten sonra, 1732 senesinde Hindistan’a döndü. Bu sırada Hindistan’da her şey karmakarışıktı. Siyâsî iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı câhilliklerinden hindû ve diğer kâfirleri taklid eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid'at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, fazî-letin yerini ise denâet, alçaklık almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müslümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan’a dönen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri. Eski Delhi’de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civânnda babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun
NAMAZ
Şâh Velıyyullah-ı Dehlevî buyurdu ki; 'Namaz şu üç şeyden ibarettir. 1) Allahü teâlânın azametini ve büyüklüğünü düşünerek, kalbin hudü ve huşü hâlinde olması, 2) Dilin, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, büyüklüğünü söylemesi. Kulun hudü ve huşü üzere olması, Allahü teâlânın azamet ve kibri-yâsını, celâlini, ifâde etmesi hâlinde en yüksek şeklidir. 3) Âzâları, bu hu-şû ve hudü hâline göre bulundurmak, ona göre hareket etmek.”
Namaz kılmak lezzeti bir müminde yerleşince, artık o kimse Allahü teâlâ-nın nuruna dalar. Namaz o kimsenin hatâ ve günâhlarına keffâret olur. Çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. Allahü teâlâyı tanımak için namazdan daha faydalı bir şey yoktur. Bilhassa namaz, kalp huzûru ve ihlâs ile kılınırsa çok kıymetli olur. Nefsin akl-ı selîme itâat etmesi husü-sunda namazdan daha faydalı bir şey yoktur.”
Evliyfllar Ansiklopedisi 169
Şâh V«liyyullah>ı Dehlevî'nin, dört mezhebin hak olduğunu anlatan El-İnsaf adlı eserinin kapak sayfası.
I gönüllere ferahlık veren derslerin-^den, ilim deryâsından istifâde ettiler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. 0 mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti hükümdün Sultan Muhammed, Şâh Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insan-
170 Evliyâlar Ansiklopedisi
lara ilim ve feyz seçen bu mümtaz mekim yakıp yıktılar, böylecs târihe geçen zulümle, rine bir yenisini daha eklediler.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak olan bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı Çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi bilinmemektedir. Talebelerinin hepsine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini kâbiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetişen talebelerim memleketin çeşitli yerlerine gönderdi. Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdi etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşkil meseleleri halletmekle meşgûl oldu. Kendisini ilme öyle verirdi ki, sabah namazını müteâkip çalışmaya başlar, uzun zaman devâm eder, yemek yemek bile hatırına gelmezdi. Namaz hâricinde bütün dikkatini çalışmaya verirdi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi tilâvet ederken, tam bir edeb ve dikkat üzere bulunur, Resûlullah efendimizin mübârek hadîs-i şeriflerini mütâlaa ederken bambaşka bir şekil alırdı. Bilmeyen biri görse
»Ah velİyyullah-i dehlevİ
onun hâline acırdı. Allahü teâlâ, onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere gösterdiği edeb ve hürmetin bereketine, kendisine yük- j sek dereceler ihsân etti. Fârisî | olarak kısa ve özlü bir tefsir yazdı. . ilim sâhibi olup, tefsir okuyabile- | cek seviyeye gelen talebelerine ı tâlim ettirdi. Tefsir okuyabilecek j seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini anlatırdı. Bilhassa hadis-i şerif ilminde çok ilerleyen ^h Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, kendisi de tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen: “Allahü teâlâ, bize sahih keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mazhâr-ı Cân-ı Cânân'ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!" buyururlar ve talebelerden istidât ve is-
tekli olanlan Mazhar-ı Cân-ı Câ-nân hazretlerine gönderirlerdi. Ayrıca Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine yazdıklan mektupla-nnda; “Allahü teâlâ faziletlerin tecellî yeri olan sîzlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslü-manlan bereketlerinize kavuştursun!” diye yazardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; “Şâh Veliy-yullah derin hadîs âlimidir. Mârifet esrânnın tahkikinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikte doğru yolun âlimlerindendir." buyurur, talebelerinden istidâtlı ve istekli olanlan Şâh Veliyyullah'a gönderirlerdi.
-Şâh Veliyyullah. aslı (kökü) kendi evinde, dallan ise müslümanlann evterine kadar uzanmış mübârek bir ağaç gibidir. İlim ve feyzi her tarafa yayılmıştır.”
Buyurdu ki: “Zekât, bereketi çoğaltır. Gazâb-ı İlâhîyi söndürür. Feyz ve bereketin gelmesine se-beb olur. Âhirette cimriliğin sebeb olduğu azâbı def eder.”
“Mal sevgisi ve cimrilik, insana zararlı olur. Asıl maksaddan uzaklaştınr. Bu ise insanı sıkıntıya düşürür, mânen rahatsız eder. İnsanın mal sevgisinden ve cimrilikten kurtulması ancak yanındaki çok sevdiği şeyleri fakirlere vermeye kendini alıştırmakla olur."
“Bir gün bir fakir benden bir şey istemişti. O fakir zarûret içinde kıvranıyordu. Kalbime gelen il-hâm bana, o fakire ihtiyâcı olan şeyi vermemi emrediyor, dünyâ ve âhirette pekçok ecir ve mükâ-fâtı müjdeliyordu. Nihâyet o fakire istediği şeyi verdim. İlhâm yoluyla bana vâdedilen şeye gerçekten şâhid oldum. O gün yaptığım bu İyiliğin karşılığını gördüm.”
“İnsanın nefsi bâzan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan, şehvetine, arzu ve isteklerine uyar. İnsanın nefsini böyle işlerden muhâfa-za etmesi için bâzı çârelere başvurması gerekir. Oruç bu hususta en güzel çâredir.”
“İnsan, şehvetini oruç tutmak suretiyle kırar. Oruç insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların
kınlmasında oruçtan daha tesirii bir çâre yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzulann-dan ne kadar sıynlabilmişse, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan kimseyi severier."
“Oruç tutan cemiyetlere şeytan tesir etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar bağlanmışlardır. Onlar için Cennet’in kapıları açık, Cehen-nem’in kapılan da kapalıdır.”
“Haccın hakîkatı müslüman-lardan büyük bir topluluğun bir araya gelmesidir, öyle bir vakitte bir araya gelirler ki, o vakitte peygamberler, sıddıklar, şehîdler ve sâlihler gibi Allahü teâlânın nimetlerine kavuşmuş olanların hallerini hatırlarlar. Hac ibâdetinin yapıldığı mukaddes yerler görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. Hac zamâ-nı, müslümanlar birbirlerinden istifâde ederler. Aynı zamanda hac meşakkatli bir yolculuk olduğu için, büyük bir gayret îcâb ettirir. Nasıl yeni îmânla şereflenen bir kimsenin daha önceki günahları siliniyorsa, ihlâsla yapılan ve ka-bûl olan hac da günahlar için kef-fârettir.”
Arabî ve Fârisî lisânlarında güzel eserler verdiği gibi, şiirler de yazan Şâh Veliyyullah’ın eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Feth-ür-Rahmân fî Tefsîr-ll-Kur’ân, 2) EI-Fovz-ül-Kebîr fî Usûl-it-Tefsîr, 3) El-İ’tikâd-üs-Sahîh, 4) To’vîl-ûl-Ehâdîs fî Rü-mûz-i Kısâs-ül-Enbiyâ, 5) El-
Evliyâlar Ansiklopedisi 173
#AHtMOVTA«
MOsevvA mln-«l'MuvattA’, 6) El-Musaffi ft Şarh-I MuvâttA’, 7) Şerfı-I Terâcîm-I Ebvâb-I Sa-hfh-l Buhârf, 8) Muccetullah-il-BAHga, 9) IzAlat-OI-Hafâ an Hi- I I8fet-Il-Hulefâ, 10) EI-Büdûr-ul- i BAziga, 11) Et-Tafhimftt-ül-İlâ- ; hiyya, 12) EI-Hayr-ûl-Kesîr, 13) Fü^-ul-Haramayn, 14) Ikd-ül- | Cîd ff Beyân-ı Ahkâm-il>İctihâd vet-Takrîd, 15) El-Belâg-ül-Mü-bîn, 16) Es-Sâf fî Beyfin-il-İhti-lâf, 17) Kuıret-ül-Ayneyn fî Taf-dîl-lş-Şeyhayn, 18) Ed-Durr-üs-Semîn H Mubâçşerât-in-Ne- ; blyy-il-Emîn. 19) Heme’ât, 20) i Eltftf-ül-Kuds. 21) EI-Kavl-ül- | Cemil fî Beyftn-ı ^vâ-is-Sebî1, | 22) Enffis-ül-Ârifîn, 23) İnşân-ül-Ayn fî Meşâyih-il-Haremeyn, 24) El-İntibâh, 25) El-Erba'în, I 26) El-Makâlet-ul-Vad’iyye fin- | Nasîhatı vel-Vasiyye, 27) El-İn- | sâf fî Sebeb-il-ihtilâf. Şâh Veliy-yullah-ı Dehlevî’nin, mezhepsiz, sapık kimselere cevap veren; El-İnsâf fi Beyân-ı Sebeb-il-İhtilaf ve İkd-ül-Cîd adlı eserleri İstanbul'da Hakikat Kitabevi tarafından bastırılarak bütün dünyâya dağıtılmaktadır.
1)Tam İmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s. 1148
2)Eshâb-ı Kırâm (Müslümanlann İki Gözbebeği Bölümü); (6. Baskı) s. 168
3)Fâidelı Bilgiler; (6. Baskı) s.337
4)Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.36
5)Hüccetullah-il-Bâliga; İstanbul, 1317
6)Mu’cem-ül-Müellrf1n; c.4, s.292
7)EI-A'lâm;c.1.s.149
8)Earnâ-ül-Müelimn; c.1,8.177
9)İzâh-ül-Meknûn; c.2. 8.212, 248. 485
10)PNIoeophy of Sheh VValnM fDr
HırfepoU). Slod Sagw Acadmi, hor (Pakistan)
11)MakAmât-ı Mazhartyya (Abdulktı ^ ceddUl); İstanbul 1966. s.39
12)İslâm Alimleri Ansiklopedisi, c 17 8.236
13)EI-Kavl-ül-Ceir
ŞÂHÎ MÛYTÂB; Hindistan'da Bedâyûn şehrinde yetişen evliyâ-nın büyüklerinden. İsmi, Şeyh hî Mûytâb Bedâyûnî'dir. Kaynak eserlerde doğum ve vefât târihlerine rastlanamayan Şâhî hazretleri, on ikinci asrın sonları ile on üçüncü asnn başlannda yaşamıştır. Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî'nin derslerinde yetişti. Kâdı Nâgûrî buna; "Şâhî rûşen-zamîr (Gönlü aydınlık)" derdi. Onu mezun edip, zamânın büyük âlimlerinden Mahmûd Mu'îndüz'ün sohbetlerine gönderdi. Oraya giden biriyle haber gönderip; "Bizim Şâhî'ye hırka verip kendisini mezûn etmemiz uygun olmuş mu? diye sordu. Bu soruya karşılık o da; "Biz, sizin yaptığınız her şeyi beğeniriz" diye cevap verdi. Şeyh Şâhî, ilim öğrenmekteki aşk ve gayreti ile kısa zamanda yetişip, büyük âlimlerden, zamânında bulunan evliyânın önde gelenlerinden oldu. Etrafında toplanan talebelere I ders okutmaya başladı. Herbiri ilim âşığı olan talebelerini çok sever, onlara ve herkese şefkat ve merhamet gösterirdi. Bir defasında talebeleri dışanda güneş altında bekliyorlardı. Beklemeleri uzun sürünce, terlemeye ve terleri top-
174 Evttyâlar AnsIklopMttsi
şAhIdI IbrAhİmi dede
rağa damlamaya başladı. Bu hâli farkeden Hâce Şâhî, hacâmatçıyı (Kan alan kimseyi) çağırmalarını ! istedi. *Onu ne yapacaksınız?" ' diye suâl edildiğinde; "Talebelerimden akan ter kadar benden kan almasını istiyeceğim" buyur- ' du. '
Birgün talebeleri ile birlikte , bir yere gittiler. Gittikleri yerde ta- I lebeler, yemek olarak pirinç ve süt pişirdiler. Yemek hazırlanıp önüne getirildiği zaman Hâce Şâhî yemeğe nazar etti (baktı) ve; "Bu yemekte hıyânet kokusu vardır, biz bundan yiyemeyiz" buyurdu. Talebelerin hepsi hayret edip; "Bizden hiç birimiz hıyânet etmemiştir." dediler. Pirinç ve sütü pişiren iki kişi hazret-i Hâce'nin hu-zûruna geldiler, dediler ki: "Efendim! Sütü pişirirken süt köpürmüştü, taşacaktı. Mecbûr kalıp, taşmaması için sütten bir miktar alıp içtik, şimdi ise bu kabahatimize pişmân olduk, özür dileriz." Hâce Şâhî, "Yemek, dostlarımızın (talebelerimizin) önüne gelmeden, o yemekten yiyen hıyânet etmiş olur. Fakat, mâdem ki siz özür diliyorsunuz, pişmân oluyorsunuz, öyleyse affettim." buyurdu.
Hâce Şâhî, gâyet mütevâzî, alçak gönüllü idi. Kendisini bir şey yapmaktan âciz, zavallı görürdü. Şöyle anlatılır: Nizâmüddîn Ebü'l-Müeyyed'in bir rahatsızlığı vardı. Hâce Şâhî’ye gelerek kendisine himmet etmesi, derdine çâre bulması için yalvardı. O da özür dileyip; "Siz bizim büyüğü-
müzsünüz. Biz nasıl olur da size himmet edebiliriz?" buyurdu. Nizâmüddîn; "Elbette bize duâ ve himmet etmeniz lâzımdır" diye ıs-râr edince, Hâce Şâhî duâ etti ve Aliahü teâlânın
ŞÂHİDÎ İBRÂHİM DEDE; Mevleviye yolunda yetişen evliyâ-nın meşhurlarından. Ayrıca şâir olup şiirlerinde Şâhidî mahlasını kullanmıştır. Muğlalı olup, 1470 (H.875) de doğdu. 1550 (H.957) senesinde Muğla'da vefât etti. Şeyhlik yaptığı Muğla Mevlevîhâ-nesinde, dergâhında babası Hü-dâî'nin yanına defnedildi. Semâ-hâne-i Edeb kitabında Afyonka-rahisar'da defnedildiği de bildirilmektedir.
On sekiz yaşına kadar memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul'da çeşitli ilimleri tahsil edip ilimde yetiştikten sonra, Afyonka-rahisar'da Sultan Divânî hazretlerinin sohbetlerinde bulunarak ta-savvufda kemâle erdi. Farsça ve Türkçe şiirler yazmıştır. Gülşen-i Esrâr, Gülşen-i Tevhid, Gülşen-i Vahdet adlı mesnevî tarzında manzum eserleri vardır. Ayrıca Gülistan kitabına bir şerh yazmıştır. Türkçe, Farsça divanları vardır. Şâhidî ismiyle tanınan Farsça manzum bir lügat yazmıştır. Bu lügat meşhur ve muteberdir. Şâhidî
Evliyâlar Ansiklopedisi 175
ŞAKİK-I BELHİ
İLME VERİI.EN DEĞER
Bir gün yolda bir gayr-i müslim ŞakîK-i Belhî’ye dedi ki: “Bir kimse, kendisine rızık verdiği için Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ederse, o kimsenin bu yaptığı yalancılıktır/ Şakîk-i Belhî bunu duyunca yanındakilere; “Bu kimsenin söylediği sözü bir yere yazınız." buyurdu. 0 gayr-i müslim dedi ki: "Nasıl olur, senin gibi yüksek bir zât, benim gibi birinin söylediği sözü kaydeder mi?" Şakîk-i Belhî buyurdu ki; “Evet biz, kim olursa olsun doğruyu söyleyen kimsenin sözünü alır, kabûl ederiz. Peygamber efendimiz; ""Hikmet, müminin gayb ettiği malıdır. Nerede bulursa alsın.’' buyurdu. Bu sözler karşısında hayrette kalan gayr-i müslim; “Bana İslâmiyet! anlat. Ben de müslüman olacağım. Senin dînin hak dindir. Tevâzu ve hakkı kabûl etmeyi emretmektedir." dedi ve müslüman oldu.
daşlarıyla birlikte, mecûsilerin taptıkları ateşin bulunduğu tapınağa geldiler. Arkadaşlarına, “Haydi İçeri girelim. Mecûsiler ne yapıyorlar, ateşe nasıl tapıyorlar, bakalım.” dedi. İçeride güzel yüzlü bir gencin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî o gence, müslüman olmasını teklif etti. O genç, Şakîk-i Belhfnin yanına gelip ona bir tokat vurdu. Şakîk-i Belhî ve arkadaşları buna bir mânâ veremeyip, dışarı çıktılar. Şakîk-i Belhî; “Kendi kusuria-nm sebebiyle bu mecûsi müslüman olmadı. Sözüm tesir etmedi." diyerek, tövbe ve istigfâr eyledi. Hattâ, kusur ve günahlarının affı için ağladı, çok gözyaşı döktü. Uzun yıllar ilim öğrendi. Büyük âlimler arasına girdi. Allahü teâlâ-nın katında sevilen kimselerden oldu. Aradan uzun yıllar geçmişti. Bir gün talebeleriyle yine o mecû-
silerin tapındığı yere geldiler. Talebelerine; “Geliniz mecûsileri görelim de, onlar gibi olmadığımız için Allahü teâlâya şükredelim.” buyurdu. İçeri girdiklerinde, ihtiyar bir mecûsinin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî ona; “Niçin müslüman olmuyorsun? Güzel simâlı bir ihtiyarsın.” deyince, ihtiyar; “Bana Islârnı anlat.” dedi. Şakîk-i Belhî ona İslâmiyetı anlattı, o da müslüman oldu. Berâberce dışarı çıktılar. Giderken, Şakîk-i Belhî, yeni müslüman olan ihtiyara; “Filan târihte, mecûsilerin bu tapınağında bir genç vardı. Şimdi ne hâldedir?” diye sordu. İhtiyar; “İşte ben o gencim.” dedi. Şakîk-i Belhî çok hayret etti ve; “Sana o zaman müslümanlığı anlattım, müslüman olmanı teklif ettim, kabûl etmedin. Şimdi anlattım, hemen müslüman oldun. Hikmeti nedir?”
EvNyâtarAnsiklopMJfSi 179
ŞAKfK İ BELHÎ
diye sordu. İhtiyar bunu şöyle cevaplandırdı: “O zaman senin sözün bana tesir etmedi. Şimdi ise o kadar temiz ve nurlusun ki, benim pislik ve zulmetimi giderip temizledin. Allahü teâlâ da senin nûrunu arttırsın." dedi. Oradakiler “Âmin" dediler.
Zengin zâtlardan birisi, Şa-kîk-i Belhrye dedi ki: “Ben senin ihtiyaçlannı, kendi malımdan karşılayayım." Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Kabûl ediyorum, ama şu şartla, bana verdiklerinden dolayı hâzinende noksanlaşma olursa, malların hırsızlar tarafından çalınıp telef olursa, -olur ya- bir gün
bu niyetinden ayrılıp bana nafaka I vermekten vazgeçersen, bende : bir kabahat görüp vermekte oldu-I ğun nafakayı kesersen ve ömrün bitip ölürsen ve ben de nafakasız kalırsam ne olacak. Bütün bunla-nn olmıyacağına dair bana bir teminât verebilirsen teklifini kabul edeyim. Halbuki, benim rızkımı öyle bir zât veriyor ki, bütün mahlûkların rızıklarını verdiği halde hâzinelerine zarar verme durumu yoktur. Bu kadar günahlanmız olduğu ve en ince teferruatına kadar bütün yaptıklarımızı bildiği halde ihsânı ve merhameti o kadar boldur ki, kimsenin rızkını
AKILLI KİMMİŞ
Bir gün zengin birisi, Şakîk hazretlerine.
Gelip şöyle söyledi, o gün kendilerine:
Dedi ki: “Ey efendim, ben zengin bir kimseyim, Her ihtiyacınızı, karşılamak isterim."
Bu teklifi dinleyip, buyurdu ki: “Kardeşim! Olabilir ve lâkin, şartlarım vardır benim.
Bana verdi^n için, malın noksanlaşırsa.
Veya hırsız gelip de, malların çalınırsa.
Yahut da vaz geçersen, ilerde bu fikrinden.
Bir kabâhatim ile, dönersen niyetinden.
Yahut vefât edersen, bir gün âni olarak, Nafakasız kalırsam, o zaman ne olacak?
Bütün bu hususlarda, temin edersen beni, Derhâl kabûl ederim, senin bu teklifini,
Zîrâ şu ân rızkımı, verir ki öyle bir zât.
Bütün bu hususlara, kefildir kendi bizzat.
180 Evttyâlar Ansiklopedisi
ŞAKİK-İ BELHÎ
kesmiyor. Sonra onun için ölüm diye bir şey yoktur. Böyle bir zât nzkıma kefil olmuş İken başkasından bir şey beklemekliğim kulluğuma yakışır mı? Her türlü ayıb ve kusurlardan uzak böyle bir zâtı bırakıp da, kendim gibi âciz bir kula el açarsam Rabbim gücenmez mi ve böyle yapan kimselerin ne kadar zavallı ve akılsız oldukları meydanda değil midir?” Bunun üzerine o zengin kimse bir şey diyemedi.
Bir gün, kendilerine nasihat kâr etmeyen bir grub insanlara şöyle buyurdu: “Eğer çocuk ise- I niz mektebe, deli iseniz tımarhâ- I
neye, ölü iseniz kabristana gidin, i Ama müslüman iseniz müslüman olmanın şartlannı yerine getiriniz!”
Şakîk-i Belhî bir gün hocala-nndan Ebû Hâşım er-Rummânfyi ziyâret etti. Hocası Şakîk-i Bel-hrnin cebini kabarık görünce ne olduğunu sordu. Şakîk-i Belhî; “Dostlanmdan biri, orucunu bunlarla açmanı arzu ediyorum. Lütfen kabûl et diye yiyecek bir şeyler verdi. Çok ısrar ettiği için ben de kabûl ettim.” dedi. Bunun üzerine hocası; “Demek sen akşama kadar yaşıyabileceğini düşünebiliyorsun.” diyerek sitem etti.
Saçar ihsânlarını, mahlûkatın hepsine.
Yine bir zarar gelmez, O’nun hazînesine.
Her canlının rızkını, verir de fazla fazla.
Yine hazînesinde, azalma olmaz asla.
Hem o kadar çoktur ki, şefkât ve merhameti, Kulları yapsalar da, her türlü kabâhati.
Buna ralfmen, bakmayıp isyankâr hâllerine. Kesmez rızıklarını, devamlı vferir yine.
Ayrıca, O’nun için, ölüm yok, etmez vefât, Bütün bu hususlardan, berîdir her ân o zât.
Böyle kudretli biri, kefilken şimdi bana.
Niçin O'nu bırakıp, gideyim başkasına?
Her ayıp ve kusurdan, uzak olan Rabbimi, Bırakıp, bir âcize, gitmem akıl işi mi?"
O zengin bu sözleri, dinleyince Şakîk’ten, Mahcup ve pişman oldu, yaptığı bu tekliften.
Evllyâlar Ansiklopadisi 181
ŞAKİK-I BELHÎ
su KADAR DEĞERİ YOK
Bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bağdat'a vardığında Halife Hârun Reşid bunun geldiğini haber aldı ve yanma çağırttırdı. Şakîk-i Belhî, halîfenin yanına geldi. Halîfe Hârun Reşîd sordu: “Zâhid olan Şakîk-i Belhî sen misin?" Şakîk-i Belhî; “Şakîk benim ama zâhid değilim." dedi. Halife nasîhat isteyince şöyle buyurdu; ''Aklını başına topla ve çok dikkatli ol. Aliahü teâlâ sana Ebû Bekr i Sıddîk’ın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi doğruluk istiyor. Sana Ömer-ül-Fârûk’un makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi, hak ile bâtılı ayırmanı istiyor. Sana Os-man-ı Zinnûreyn’in makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi hayâ ve kerem (çok lütuf ve ihsân) sâhibi olmanı istiyor. Sana Aliyyül Mürtezâ’nın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi ilim ve adâlet istiyor." Hârun Reşîd; “Biraz daha nasîhat et." deyince, Şakîk-i Belhî buyurdu ki: "Aliahü teâlânın Cehennem diye bilinen bir yeri vardır ve seni de oraya bekçi yaptı. Eline üç şey verdi. Bunlar mal, kılıç ve kırbaçdır. İnsanları bu üç şeyle Cehen-nem’den uzaklaştır. Muhtaç biri gelirse ona mal ver. Aliahü teâlâ-nın emirlerine aykırı davrananları bu kırbaçla edeblendir, yola getir. Başkalarına haksızlık edenlerin, haksız yere adam öldürenlerin karşısına bu kılıçla sen çık. Eğer bunları yapmazsan Cehenneme ilk gidecek sen olursun." Halife biraz daha nasîhat istedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Sen suyun menbaı, kaynağı gibisin. Senin
Şakîk-i Belhî, Mekke’ye gitti. Orada pekçok kimse etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve nasî-hatlerinden istifâde ederlerdi. Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl temin ediyorsun. Bir şey bulamazsan ne yapıyorsun?” O kimse dedi ki: “Bir şey bulursam şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum.” Şakîk-i Belhî; “Belh şehrinin köpekleri de böyledir. Buldukları zaman, sevinirler. Bulamazlarsa bekleyip sabrederler.” buyurdu. O kimse dedi ki: “Peki bu hususta
sizin yaptığınız nedir." Cevâbında; “Elimize bir şey geçerse, başkalarını kendimize tercih eder, başkalarına veririz. Geçmezse şükrederiz.” Bunun üzerine o kimse Şakîk-i Belhî’ye sarıldı ve; “Vallahi sen büyük bir zâtsın.” dedi. Hacdan dönüp Bağdât’a geldiğinde vâz vermeye başladı. Hep, Aliahü teâlâya tevekkül etmenin lüzumunu anlatırdı. Birisi gelip, kendisine; “Hacca gitmek istiyorum.” deyince, o kimseye; “Yol harçlığın nedir?" diye sordu. O kimse; “Al-
182 EvttyMar Ansikiop«di«i
ŞAKÎK-I BELHÎ
vâlilerin, kumandanların da bu suyun kollan gibidir. Suyun merv baı saf, temiz, berrak olursa, suyun kollan da berrak olur. Suyun menbaı temiz olup, kollarda hafif bulanıklık olursa da zararı olmaz. Ama menbaı bulanık olursa, artık suyun kollannın saf ve berrak olmasını umid etmek mümkün olmaz." Hârun Reşîd: “Bi* raz daha anlat" dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Düşün ki çölün ortasında kaldın, susuzluktan ölmek üzeresin. Birisi getirip bir İçim su satsa bu suyu kaça alırsın?" O da; “Ne kadar istiyorsa onu verir, suyu satın alınm." dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Elinde su bulunan kimse, bu suya mukâbil senden servetinin yarısını istese, yine râzı olur musun?”. Hârun Reşîd; "Evet râzı olurum." dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Düşün ki servetinin yansını verip satın aldığın suyu içtin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyâcını duydun, fakat idrar yapamadın. Öyle ki ölecek hâle geldin. Birisi çıkıp dese ki, ben senin bu sıkıntıdan kurtulmana se-beb olurum, lâkin buna mukabil olarak mülkünün öbür yarısını isterim, dese ne yaparsın?” Hârun Reşîd; “Elbette râzı olurum. Ben o sıkıntıda iken servetimin ne mânâsı var?” dedi. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “O halde önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarıya attığın bir içim su kıymetinde bile olmıyan şu servetine sakın güverime. Bir kimseye karşı bununla ögünme!” Bu nasîhatlardan sonra Hârun Reşîd çok ağladı. Şakîk-i Belhî’yi hürmet ve saygı ile uğurladı.
lahü teâlânın benim için takdir ettiği nzkın mutlaka bana ulaşacağını, bu rızkı başkalarının alamıya-cağını. Aliahü teâlânın takdirinin her zaman benimle berâber olduğunu, hangi halde ve durumda bulunursam bulunayım, Aliahü te-âlânın benim durumumu benden daha iyi bilmekte olduğunu bilirim." dedi. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî; “Çok güzel, ne güzel yol harçlığın var. Tevekkül böyle olmalı. Güle güle git kardeşim. Yolun açık olsun." buyurdu.
Şakîk-i Belhî, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe’yi çok medheder şöyle buyururdu: “İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bu zamanda insanların en verâ sâhibi (haram ve şüphelilerden sakınanı), en âlimi, en çok İbâdet edeni, en cömert olanı, dînin emirlerine uymakta en ihtiyatlı davrananı, Aliahü teâlânın dîninde, kendi görüşü ile bir şey söyle-mekden en çok sakınanı idi. Bir meseleyi açıklıyacağı zaman, bütün talebelerini toplar, hepsi bu meselenin dîne uygun olduğunda
Evltyâlar Ansiklopedisi 183
Bir gün Şakîk-i Belhî, hac için çıktı yola,
Bağdat’a vardığında, bir müddet verdi mola.
Hârun Reşfd, Şakîk'in. Bağdat’a geldiğini. Duyunca dâvet etti, yanına kendisini.
Geldiğinde dedi ki: "Nasihat eyle bana." Buyurdu ki: "Ey Hârun, al aklını başına!
Hükümdar olmak ile, mühim bir mevkîdesin, Sen şu büyük zâtları, rehber edinmelisin!
Rabbimiz Ebû Bekr-i Sıddîk'ın makamını.
Sana ihsân etti ki, veresin tam hakkını.
O nasıl doğru ise, sen de öyle olasın,
Onun gittiği yoldan, aslâ ayrılmayasın!
Ve verdi ki hazret-i Ömer'in makamını.
Sen de ayırt edesin, haktan bâtıl olanı.
Osmân-ı Zinnûreyn'in, makamını da sana.
Verdi ki sarılasın, hayâ ile ihsâna.
Hazret-i Ali'nin de, makamını verdi ki,
Sen de ilim sâhibi, olasın onun gibi!
Sen bu büyük zâtların yolundan ayrılırsan. Şimdiden Cehennim’in, azabına hazırlan!"
Hârun dedi ki: "Devâm et, öğütlerin ne güzel." Buyurdu ki; "Ey Hârun, dikkat et, kendine gel!
Aldanma bu dünyânın, mal ve saltanatına, Âhirette bunların, faydası olmaz sana.
Düşün şimdi bir çölde, günlerce kaldığını, Hararetten susayıp, pekçok bunaldığını.
Tam ölecek duruma, gelmişken susuzluktan,
O anda biri gelse, hem de serin su satan.
M Evttyâlar An»İMop«<Hsi
ŞAKÎK-İ BELHI
Senin de susuzluktan, yanmışken böyle için, Ne kadar mal verirsin, o suyu almak için?"
Dedi ki: "Ne isterse, veririm her serveti. Olur mu hiç o zaman, malın ehemmiyeti?"
Buyurdu: "Yarısını, isterse servetinin.
Verir miydin meselâ, o suyu almak için?"
Hârun Reşid dedi ki: "Verirdim hemen elbet, 2Tîrâ ben ölüyorken, neye yarar bu servet?"
Buyurdu ki: "Pekâlâ, içtin ve kandın suya. Lâkin atamıyorsun, o suyu dışarıya.
Yâni bir damla bile, idrar yapamıyorsun. Şiddetli sancı ile, kıvranıp duruyorsun.
O sırada biri de, çıkagelse âniden.
Dese ki kurtarırım, seni ben bu derdinden.
Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,
Bu kimse isteseydi, verir miydin onu d®' ’
Dedi: "Gâyet tabiî, seve seve verirdim,
Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?"
Buyurdu ki: "Öyleyse, övünme malın ile.
Bir içimlik su kadar, kıymeti yokmuş bile."
Hârun Reşid ağlayıp, dedi: "Söyle az daha." Buyurdu ki: "Ey Hârun, tövbe et, dön Allah'a!
Tövbeyi bir an bile, aslâ geciktirme ki. Tövbe etmeden önce, ölebilirsin belki.
Muhakkak pişman olur tövbeyi geç yapanlar, Zîrâ ecel çok zaman, âni gelip yakalar."
Bu mübârek velînin hürmetine İlâhî,
Pişman olmayanlardan, eyle sen bizi dahi.
Evliyâlar Ansiklopedisi
Şakîk-i Belhî buyurdu ki; “Dört bin hadîs-i şerîf içinden dört yüz tâ-ne, bundan da kırk tâne ve nihâyet bunların içinden de şu dört hadîs-i şerîfi seçtim: “1) Kalbini kadına bağlama. Zîrâ bugün senin ise yarın başkasındadır. Eğer kadına itâat edersen Ce-hennem’e atılırsın. 2) Kalbini mala bağlama. Zîrâ mal sana emânettir. Bugün senin ise yarın başkasınındır. Başkasının malı için kendini yorma. Başkasına hoş gelir, fakat günahı sanadır. Eğer kalbini mala bağlarsan, Allahü teâiânın haklarını göze-temezsin. Kalbine fakirlik korkusu girer ve şeytana itâat edersin. 3) Herhangi bir şey hususunda kalbinde bir sıkıntı olursa o şeyi terk et. Zîrâ müminin kalbi, şahit yerindedir. Şüphelilerden sıkılır, helalde ise sükûnet bulur (sâkin olur). 4) Bir işin makbul olacağı hükmüne varmadan o işi yapma.
ittifak edince; "Bu meseleyi filan bölüme yazınız.” derdi."
Şakîk-i Belhî’nin bir gün yanına bir ihtiyar gelip. Allah’a tövbe etmek istediğini bildirdi. Ona buyurdu ki: “İyi ama, keşke tövbe etmek için bu zamâna kadar beklemeseydin.” O kimse: “öyle ama, yine de ölmeden önce geldiğim içm erken gelmiş sayılırım.” dedi. Şakîk-i Belhî; “Hoş geldin ve ne iyi ettin." buyurdu. Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve tövbesinden vazgeçmedi.
Buyurdular ki;
“Bir musîbet geldiğinde fer-yâd ü figân eden kimse, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Ağlayıp, sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmediği gibi, insanın sabredenlere verilen sevâb ve mükâfâttan da mahrum olmasına sebeb olur.”
“Bir kimsenin yanında mü-bârek bir zâtın iyilik ve güzel hâlleri anlatılır da, o kimse bundan zevk duymaz ve o mübârek zâta karşı kalbinde muhabbet hâsıl olmazsa, bilsin ki kendisi kötü kimsedir."
“Sıkıntının mükâfâtını bilen, ondan kurtulmağa heves etmez.”
“Şeytanı en çok kızdıran iki şey, onun vesvesesine aldırmamak ve Allahü teâiânın zâtı hakkında düşünmemektir”. (Allahü teâiânın yarattıkları hakkındaki tefekkür makbuldür.)
B6 EvtiyAlar Ansiklopadisi
ŞAKlK İ BELHf
“Bir kusuru ve ayıbı var diye bir kimseyi kötüleyen, hakâret eden kimse, kendi kendini helâk etmiş demektir. İnsanlar, bir kimse hakkında; “Bundan bize zarar gelmez bu emin bir kimsedir." derlerse, o kimse bütün insanlann zarar ve kötülüklerir>den emindir. Kim müslümanlann aleyhinde konuşur, onlan gıybet eder, onlara iftira ederse, aralannda söz taşıyıp koğuculuk yaparak müslü-manlan birbirine düşürürse, müslümanlann hakkını gözetmez, onların kalblerini kırar, incitirse ve onlan kendinden aşağı görürse, o kimse şeytanın hizmetçisi olmuş olur, dünyâda fakir olur, âhirette iflâs etmiş vaziyette hakir ve zelîl olur."
“Rızkı hususunda Allahü teâ-lâya tevekkül eden kimsenin güzel huylan fazlalaşır, cömert olur ve ibâdetlerinde vesvese bulunmaz."
“Allahü teâlânın azâbından korkmanın alâmeti haramları terk etmektir. Allahü teâlânın rahmetinden ümidli olmanın alâmeti de çok ibâdet etmektir.”
“İleride tövbe ederim diye günaha devam edenler, daha ya-şanz ümidiyle, tövbeyi geciktirenler, hattâ, Allahü teâlânın azâbtnı düşünrrteyip, rahmetini ümid ederek tövbe etmeyenler, çok büyük gaflet ve felâket içindedirler.”
“Gönül ferahlığı, hesap kolaylığı ve can rahatlığı fakirlerin hâlidir. Gönül meşgûliyeti, hesap-
lann zorluğu ve can sıkıntısı da zenginlerin hâlidir."
“ölüme şimdiden hazırlanmanız lâzımdır. Çünkü, Mr geldi mİ geri gönderemezsiniz.”
“Kendisine bir şey ikrâm ettiğin kimse ile, sana ikrâmda bulunan iki kişinin senin kalbindeki yerlerine dikkat et. Eğer kalbindeki muhabbet, kendisine ikrâmda bulunduğun kimseye karşı daha fazla ise, bu ikrâm ve muhabbetin Allah için olduğu anlaşılır. Ama kalbindeki muhabbet, sana ikrâmda bulunan kimseye karşı daha fazla ise, bu dostluk menfaat içindir."
“Misâfıri çok severim. Çünkü, rızkını Allahü teâlâ veriyor. Ben hiçbir şey yapmıyorum. Bununla berâber, Allahü teâlâ bana sevâb veriyor
Akıllı, zeki, derviş, zengin ve cimrinin kimlere denildiğini yedi yüz tane âlimden sordum. Hepsi de birbirine yakın cevaplar verip şöyle dediler “Dünyâyı sevmeyen kimse, akıllıdır. Dünyânın aldatıcı ve yalan olan zevklerine aldanmayan kimse, zekîdir. Allahü teâ-lânın takdir ettiğine râzı olan, kanâat eden, zengindir. Dünyâya âit arzusu bulunmayan, Allahü teâlâ-nın rızâsını isteyen kimse, derviş-dir. Allahü teâlânın verdiği nimetlerden, mahlûkuna faydalı olanlan vermekten kaçınan, cimridir.”
“Dilini muhâfaza et. Amel defterinde ve terâzide sevâbını bulamıyacağın söz söyleme. Sö-
Evliyftlar Ansiklopedisi 187
şAKİR HAMEVİ
zü söylemeden önce düşün; hayırlı ise söyle, yoksa sükût et."
1)B-A'l4m. C.3, *.171
2)Tabaklt-üt-SOfıyy«. t.61, 66
3)F«vât-ul-Vefeyât; c.1, 8.187
4)Veteyâl-ül-A’yân. c.1, s.226
5)HiJy8t-ül-Evfiyâ; c.8. t.58
6)TabakAt-ul-Kübrâ; c.1.8.65
7)Tahztb-»bn-ı Asâkır. c.6, 8.327
8)Mlzân-ül-l'tıdâl; c.1, s.449
9)Ulemâ-ül-Müslımîn; s.70
10)Tanblh-ül-Gâfıfîn; s.75, 81
11)TezKıret-ül-EvttyA; s.125
12)İslâm Aiımlsh Ansiklopedisi; c.3, s.7
ŞÂKİR HAMEVÎ; Evliyânın büyüklerinden ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed olup, babasının adı Ömer’dir. Lakabı Ebü’s-Safâ’dır. Ahmed Şâkir Hamevî veya sâdece Şâkir Hamevî isimleriyle tanınır. Aslen, Suriye’nin Hama şehrindendir. 1709 (H.1121) senesinde doğdu.
İlim tahsiline Kur’ân-ı kerîmi okumayı öğrenmekle başlayan Ahmed Şâkir el-Hamevî, bulunduğu beldedeki âlimlerden, naklî, fennî ve edebî ilimleri okudu. İlmini ilerletmek maksadıyla bulunduğu yerden ayrılıp çeşitli beldelere gitti. Çok yer dolaştı. Haleb, Bağdat. Musul, Trablus, Lazkiye, Kudüs, Mısır, Mekke, Medîne, Hind, Acem ve Rum beldelerine gitti. Haleb’e gittiği zaman, oranın ahâlisinin ona çok alâka gösterdiği, aralarında yakınlık ve muhabbet hâsıl olduğu, orada şöhrete kavuştuğu meşhûrdur. Mısır’a gi-
^88 EvUyAlar Ansiklopedisi
I dince, oranın âlimlenni ve evliyâ-sını medhedici güzel şiirler söyleyip, onların da muhabbetini kazandığı bilinmektedir. Uzun ve çeşitli seyahatler yaptıktan sonra Dımeşk'a yerleşti.
Şam’dan ve başka yerlerden birçok kimse yanına gelerek ondan ilim öğrendiler ve tasavvuf yolunda kendisinden feyz aldılar, ömrünün sonlarına doğru kendi evinde ders okuturdu. Küçük ve daracık olan evinde, yüksek İlimler ile üstün hakîkatleri anlatırdı.
Son zamanlannda daha ziyâde tasavvuf büyüklerinin kitaplan-nı okumakla meşgûl oldu. Abdül-ganî Nablüsî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi büyüklerin eserlerini okurdu. Uzleti, yânî yalnız başına kalıp, sırf ibâdet ve tâatle meşgûl olmayı tercih ederdi.
Şiir ve edebiyât sâhasındaki ihtisas ve mahâretl de pek çok olan Ahmed Şâkir’in; Hânet-ül-Uşşâk ve Reyhânet-ü)-Eşvâk İsminde üç cildlik bir dîvânı vardır. Yedi bâb olan bu dîvânın birinci bâbında şiirin İncelikleri anlatılır. İkinci bâb, Resûlullah efendimizi medheden şiirlere âittir. Üçüncü bâb, Resûlullah efendi-
9EBRÎSÎ
mizin Ehl-i beyti ve Eshâbı ile bü-yük velîlerin medhi hakkındadır. Dördüncü bâb, büyüklere olan yüksek aşk ve muhabbeti anlatan şiirlere âıttir. Beşinci bâb, ilim ve fazilette önde gelen, ilende olanlara âittir. Altıncı bâb, muammâ gibi anlaşılmayacak sözlere, yedinci bâb, çeşitli şiirlere âittir.
Ahmed Şâkir el-Hamevî, âlım, fâzıl ve üstün bir velî idi. Sevilen, beğenilen, üstün vasıfları kendinde toplamak husûsunda emsâl ve erkânından ileri geçmişti. Şeref, şân ve şöhret sâhibiydi.
Dımeşk’a yerleşen Ahmed Şâkir 1779 (H.1193) senesi Şubat ayının on sekizinde Perşembe günü vefât etti. Selimiye Câmiin-de cenâze namazı kılınıp, Şam’da Kasyûn Tepesindeki kabristana defnedildi.
1)Sılk-üd-dürer;c.1.s.155
2)Mu’cem-ül-MüelItfîn; c.2, s.32
3)EI-A'lâm; c.1, s.118
4)îzâh-ül-M«knûn; c.1, s.390
5)Bfxx:kelmann Gai-li; s.283
6)İslâm Aümlert Ansiklopedisi; c.16, s.280
ŞEBRÎSÎ; Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdürrahmân'dır. Doğum, vefât târihleri ve yerleri bilinmemektedir. Çok kerâmetleri görüldü. On beşinci asırda yaşamıştır. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Âlim, sâlih, verâ sâhibi bir zât idi.
Şöyle anlatılır: Ebü'l-Feth Şemsüddîn Muhammed Müzzî
İskenderf anne kamırKja iken, babası Bedrüddîn Avfî, Allahü teâlâ-nın sevgili kulu Abdürrahmân Şebrtsrye gelip, onun için duâ istedi. O da; "Merak etmeyin, hanımınız iki çocuk dünyâya getirecek, birisi yedi gün kadar yaşayıp vefât edecek. Onun için sabrediniz. Diğw ise uzun seneler yaşayacak. İsmini Ebü'l-Feth koyunuz. Allahü teâlâ ona çok hayır kapılan açacak" buyurdu. Abdürrahmân Şebrîsî'nin dedikleri aynen çıktı. Çocuğun babası kırk gün sonra bir ziyafet hazırladı. Abdürrahmân Şebrisî ve talebelerini dâvet etti. Yemeğe başka sâlih kimseleri de çağırdı. Sofrayı hazırlayıp önlerine getirdi. Abdürrahmân Şebrisî sofradan bir hurma tânesi alıp onu ezdi. Biraz bal ile karıştırıp duâ etti. Talebeleri de duâ ettiler. Bu yiyecekten çocuğa yedirdi. Yedi defâ Fâtiha'yı okudu. Çocuğu babasına verip buyurdu ki: "Bu yiyeceğin kalanını çocuğun annesine ver. Bundan yesin. Vefât eden yavrunuzun
hûdî ve hfhetiyan gördüğümde onlara Hak teâlâmn hak yola ka^ vuşturması için duâ ederim. Bir kimse kİ bana sövme, rencıöe etse ben yine ona duâ edip; *Yâ Rafabü O kimsenin dilim sövmek-ten kurtar, iyiye çevinp sövmek yerine teşbihle, tehüâe meşgûi olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size I ne?* buyurdu ve bir zaman in-. sanlarla görüşmekten uzak dur-: du.
Uıserey yokı Û2«nnd*ki Zazsdin Hanı.
bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tihd yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu } T
hâlin. hira^ fa?- ' düşünürken ân.den at.n.n yulann.
Şems-i Tebrîzî hazretleri gür>-lerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki. Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; "Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûıiu bir yüzü var.” diye
hâMm öğrenip çorbaya biraz faz laca yağ kanştırmıştı. Şemseddîn hazretleri bunu görürK^e o dükkan sâhibfyle bir daha alış-veriş yapmadı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya’ya geldiğinde halk onun hakkında; "Acabâ bu zât Allahü teâlâTHn bir velîsi midir?" dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-I Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek İstemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; ”Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir ya-
bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâ-hibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O da; "İsminizi öğrenmek istiyorum." deyince, Mev-lanâ; "Celâleddîn Muhammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?” diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün
mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı." dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki, Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin "Sübhânî, benim şânım ne yücedir" diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kal bi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı İlâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlâ-nın sevgisi dalsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip;'Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmet-leri daha da arttır." buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, İlâhî
feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi," Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, ‘Allah* diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; ‘Ey muhterem efendimi Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuk-
194 EvüyAter AnsIklopodM
ŞEMS-İ TEBRİZl
larım da evlâtiannızdtr." diyerek hizmetine koşmaya başladı. Ge-ce-gündüz hiç yanından aynima* yıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç aynlmıyor, talebelertne ders vermeye, insanlara câmıde vâz ü naalh^ gitmiyordu. Yanla^ rina dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrtzî ile sohbet ederler, AHahü teâlânm yarattıktan üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk ı zikrederek muhabbetlerini tâzeler-lerdl. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i TebflZÎ hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ: "Âh babamın bulunmaz yazıları gitti." diyerek çok üzüldü. Şems-I Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitaplann her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ "Bu nasıl işdir?" dedi. "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâme-tini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.
Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onlann hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânm zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden
ve O’na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunlan büyük bir haz İle dinliyordu.
Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam. Şems e uyar oldu. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânm muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yüksel-; di.
1 Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek ' alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ah-I lâkını O'na uydurmaya gayret I ederdi. Şâyet bir kimseden rahat-I sız olsa; "Yâ Rabbî! Bu kimsenin I malını ve çocuklarını çok eyle" i derdi. Çünkü, Peygamber efendi-I miz de böyle duâ ederdi. Resûlul-I lah efendimizin bedduâ etmek I âdetleri değildi.
I Şems-i Tebrîzî hazretleri;
I "Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dün-I yâ ile ilgili binlerce kötülük et-j se, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir." buyururdu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse; "Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi." derdi. Bunu işitenler; "Niçin böyle söylüyorsun?" dediklerinde, onlara; "Aşık olanlar mâşuklarına bir
EvUyâİar Ansiklopedisi 1d5
ŞEMS İ TEBRİZİ
YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK
Şems-ı Tebrîzî hazretleri Şam'dan Konya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında. o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâstnı bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra caminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: "Burada yatılmaz kalk!" dedi. $ems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi. Câmiyi kilitlemek için gelen kişi; "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı.Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, aniden boguluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen camiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine; "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde: "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu.
Şams-i Tabrtzl hazretlah zal haüari va kerivnatlah Ma meş> hûrokkj.
SirâcadcUn antabr. *Ke^ mav-siminin ortasıydı. Bir kimse bah-çaaine ^ cMkmiştî. Bunu Şoms-i TabdzTnin bulunduğu bir mecMs-ta. •EferKJim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı cMküm. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?" diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören SemsH TebrteT; "Cer^âb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır." derken* hırkasınü alt»rxjan bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşmp kaldık."
Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamarKİa da unuturdu. Hocalan. onun unutkanlığından usanmış-lardı. Babası bk gün Şems-i Teb-rîzî nin huzûruna gelip, oğlunun dun^nunu anlattı ve himmetini is-tirtıâm edip, Kur'ân-ı kerim öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabul buyurup; "İnşâallah her gün KuFân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler." dedi. Orada bu-kmaniar. bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur’ân-I kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.
Şems-I Tebrîzî hazretleri ile !
İran'ın Hoy Şahrinde Şama-I Tabıizî adım taşıyan tânhi minâra.
Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrafına bir göz gezdirerek; "Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet günür>de güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farklan yok." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbîl Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan
kullarını uyandır!" diye duâ etti. Duânın akabir>de. gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın ' evlerden "Allah! Allah!” sesleri , gelmşye başladı. Bir müddet bu > sesleri dinlediler ve Şems; ■İnsanların, Rabbimizin hrfz-u emâ- ! nında (korumasında) olabilmeleri | için, âlim, kâmil bir rehbere ihti- | yaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevi bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanlann uykudan uyanıp 'Allah! Allah!” demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakk‘ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır." buyurdu.
Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerin-den ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Ve-lod şöyle anlatır; "Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems'in hu-zûruna koştum. Geldiğimi görünce; "Ey Behâeddîn! Baban Mev-lânâ'nm hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz." buyurdu." 1
Şems-i Tebrîzî hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-t Hakk a; "Yâ RabbH Yâ Rabbîî" diye duâ ediyordu, öyle bir yalvan-şı vardı ki, bütün rühlar, onunla birlik olmuşlar, "Yâ Rabbî! Yâ Rabbîî" diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakk'a münâ-caat edip, yalvardı. Bu sırada yal-vanşlarına cevap olarak; "İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek." diyen bir ses işitti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Yâ Rabbî! Sana bütün ruhlarla birlikte "Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle." dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî çalışmalan devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: "Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriy-le sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapM-tacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî: "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: "Allah var dersiniz, ama görûrv mez, göster de inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrî-zî; "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanlan canlan ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci. derhâl zamânın kadısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi. Şems-i Tebrîzî; "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kadı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı; "Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan ya-rabldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını anyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
Mevlânâ otururken, bir havuz kenarında,
Geldi Şems-i Tebrîzî ve oturdu yanında.
Gördü ki Mevlânâ'nın, yanında kitaplar var. Onları göstererek, sordu ki; "Nedir onlar?"
Arz etti ki: "Babamın, yazdığı kitaplardır,
Hepsi de inci gibi, kıymette bî-bahâdır."
Şems onları isteyip, aldı kendi eline,
Ve kaldırıp hepsini, attı suyun içine.
Meviânâ çok üzülüp, dedi: "Eyvâh, pederden, Kalan kitaplarımın, tamamı gitti elden.”
Lâkin Şems-i Tebrîzî, elini uzatarak.
Çıkardı herbirini, hem de kuru olarak.
Mevlânâ görünce de, ondan bu kerâmeti.
Daha da sağlam oldu, ona teslîmiyeti.
Öyle ki sarsılmaz bir kale gibi oldu tam. Sohbetine daha çok, aşk ile etti devam.
Evlâdı Sultan Veled, der ki; "Şems-i Tebrîzî, Ansızın gelip gördü, bir gün pederimizi.
Öyle ki, babam onun, dururken huzûrunda.
Yok olmuştu gölgesi, o velînin nûrunda.
Önce herkes babama, tâbi iken, bu sefer. Babam Şems'e uydu ve oldu onda cansiper.
Şems ona anlattıkça, Allah'ın sevgisinden. Babam şevkle dinleyip, geçerdi kendisinden.
Bu şekilde aylarca, devam etti bu sohbet.
Çok yüksek makamlara, erdi babam nihayet."
200 EvüyMar An«lklop*di»l
ŞEMS-İ TEBRÎ2
Şems-i Tebrîzî ile, Mevlânâ hazretleri, Sohbet ediyorlardı, geceleri ekseri.
Yine bir gün gecenin, bir nnehtaplı ânında. Sohbet ediyorlarken, medresenin damında.
Baktı Şems-i Tebria, etrafına birazcık, Buyurdu: "Hiç bir evde, görünmüyor az ışık.
Ölü gibi, gafletle, uyuyor bu kimseler. Keşki kalkıp Allah'a, ibâdet eyleseler.
Zirâ kim, az sıkıntı, çeker İse bu günde. Görmez fazla ızdırap, yann mahşer gününde.
0 böyle söyleyince, hazret-i Mevlânâ da. Ellerini kaldırıp, duâ etti o anda.
Dedi: "Şems-i Tebrizî, hürmetine İlâhî, Uyandır ölü gibi, yatan bu ahâlîyi."
Mevlânâ hazretleri, edince böyle duâ. Başladı gök yüzünde, bulutlar toplanmağa.
Şimşek çakıp, kuvvetle, gök gürledi peşinden. Uyandı şehir halkı, bu gök gürlemesinden.
Civardaki evlerden, sesler yükseliyordu, Herkes korkulanndan, "Allah Allah" diyordu.
HazretH Şems buyurdu: "Nasıl şimdi insanlar. Bu yalancı uykudan, bu sesle uyandılar.
Hakîkî uykudan da, uyanmalan için. Teveccühü gerekir, bir veliyy-i kâmilin.
Bir Allah adamının, mevcûdiyeti ile. Gafletten uyanırlar, bir şehir halkı böyle."
Cviyüf Afwacloptdl»i
$EMS-İ TEBRIzI
gönül bağlasın. Onun İçin bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebriz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu söylentilere Mevlâ-n&; "Hiç toprağa itibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebriz! hazretleri artık Konya'da kala-mıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ'yı çok üzdü.
Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in aynlık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems! Şems!" diyerek ciğeri yakan kasideler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; "Şems-i Gördüm." diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; "Şems-i Tebrlzl'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi." dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri; "O, Şems-i Tebrî-zî'yi görmedi. Yalan söylüyor" de-
ŞEMS'İ TEBRÎZÎ
yince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böyle-ce aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; "Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâ-lânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et." dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlâ-nâ’dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; "Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz." diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştık-lannda Mevlânâ ya haberci gön-
derip, Konya'ya girmek üzere ol-duklannı bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'In Konya'yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrier, hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası İçinde Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş. Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'In attan İnmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra İle Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım) bir de sımm vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Ve-led'e verdim. Eğer Sultan Ve-led'in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni evliyâlıkta yükselmesi-
EvUyâİBr Anmikk>p0di»i 203
ŞEMS'İ TEBRÎZİ
ne sebeb olduğum derecelere kavuşamaz." dedi.
Mevlânfi CelAleddîn ile ŞemS'i Tebriz, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı velilik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü ri-yâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı Şems'e kızmaya başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey Veledi Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ'dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki aynlığımın acısı çok derin olacak!" dedi.
ve Şems hazretlerini dışan çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ'ya; "Beni katletmek için çağırıyorlar.* dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücum ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin "Allahı" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp, durumun tetkîkini ist^i. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlâ-I nâ'nın oğlu Alâeddîn de vardı.Ye-I dişi de kısa bir süre sonra çeşitli j belâlara yakalanarak öldüler. Bir 1 gece Sultan Veled, rüyâsında I Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir I kuyuya atıldığını gördü. Şems-i I Tebrîzî hazretleri ona; "Ben falan I yerdeki kuyudayım. Beni buradan I alıp defneyleyin." buyurdu. Sultan ! Veled uyanınca, yanına en yakın ! dostlarından birkaçını alarak, gör-I düğü kuyuya gittiler. Cesed hiç ' bozulmamıştı. Bulunduğu yerden I alıp cenâze hizmetlerini gördüler ve Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
1247 senesi Aralık ayının be-Işine rastlayan Perşembe gece-Mydi. Mevlâna ile Şems hazretleri ^ine odalarında sohbet ediyorlar, fAllahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velilik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı
Şems-i Tebrîzî'nin kıymetli, hikmetli sözlerinden bâzılan şöy-ledir
Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse; “Efendim! Marifeti bana anlatır mısınız?" dedi. 0 da; “Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir." buyur-
204 Evlfyâiar Ansiklopedisi
9EM8-I TEBRİZl
BAŞKA ÇÂRE YOK
Tebrfet hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasîhat ta bulundu: **Âhlreti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhtrete tâlib olan kimselere de. ölmeden önce ibâdet yapa-rak, dîn-l İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur Allahö teâlânın tâlibl olan kimselere. O'na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İlmi taleb eden-I lere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr I olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesa|> sız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi îcâb eden şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması düşünülemez."
du. Soruyu soran; "Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim?" diye tekrar sordu. "Bedeni terk ederek. Çünkü Aliahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Aliahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört tâ-nedir: 1) Şehvet, 2) Çok yemek. 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gu-rûr. İşte bu dört şey, kulun ce-nâb-ı Hakk'a ulaşmasına mânidir." buyurdu.
Bir defâsında da; "Velîler, Aliahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O'nun muhabbetine
doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Aliahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Aliahü teâlâ-nın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz." buyurdu.
"İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden."
"Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhip-siz bir köle gibidir." buyurdu.
EvUyâlar Anaikk>p«dİ6İ 205
ŞEMS İ TEBRÎZÎ
Şems-j Tebrîzî hazretlerine; | "İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?" dediler. Cevâbında; "Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ , katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatti ve sabreden ; fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, | şüpheli korkusuyla mübahların ço- i ğunu terkederek dünyâya zerre ■ kadar meyletmeyen âlimdir." bu- , yurdu. "Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir?" diye sordular. Buyurdu kİ: "İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir."
Cömertliği sordular, buyurdu kİ: "Dört türlü sehâvet, cömertlik-vardır: 1) Mal cömertliği; zâhidle-re, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müc-tehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehidle-re mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar. 4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar."
"Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptınr, nefsin arzularına uydurur. Neticede Cehennem'e götürür."
"İnsanoğlunun edepten nasibi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir."
"Ahireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur."
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin aşkla söylediği beytlerinden bâzı-ları şöyledir:
Bihamdillah direm Allah Alıp aklımı fikrullah Dilimde zâtın esmâsı Bana üns oldu zikrullah Salâtuilah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah
Bu tevhidden murâd ancak Cemâl-i zâta ermektir Görünen kendi zâtıdır Değil sanma ki gayrullah Salâtuilah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah
Ben ol pervâneyim geldim Düşüp aşk oduna yandım Yanuban küllü yandım Beni yaktı aşkullah Salâtuilah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah
Gönül âyinesin sûfı Eğer kılar İsen sâfî Açılır sana bir kapı Ayân olur Cemâlullah Salâtuilah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah
Şems-I Tebriz bunu bilir Ehad kalmaz fenâ bulur Bu âlem küllü mahvolur Hemen bâkî kalır Allah Salâtuilah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah
206 Evüyâlar Ansiklopedisi
ŞEMSEDOlN Icf
1)Tam hrnmU S«*da(-i Ebadiyy*; (49 BaMla^l^SO
2)AaMMT AnMopadtoı: c 16. a.69 9 Natahü-âl-Ûna; a.520
4)Ha(9kaı-<H-£v9y6; t.i6
5)Klmte-Ot-A'tbn; c 4. s.2872 « Mm«(«M]l-ArMR;c.1.a.82
7) laMm hkmn AnaMdopadlai: c.9. t.283 A ManAub, MM KMûph*n«8i. FayzuMah EtandI K«mı, No 2142
9)RtoâNH Sipehselar
ŞEMSEDDİN İCÎ; ŞâfH mezhebi âlimlerinden ve evliyânm büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed el-lcî el-Acemî es-Sâlihî olup, künyesi Ebü'n-Nu'mân, lakabı Şemsüddîn'dir. Acem beldelerinden îc'de doğup yetişti. Doğum târihi bilinmemektedir. 1577 (H.985) senesi, Cemâ-zil-evvel ayının onunda,Cumâ günü Cumâ namazından sonra, Şam'da Sâlihiyye'de vefât etti. Sith-i Kasyûn denilen yerde defnedildi.
Ebö'n-Nu'mân el-Icî, zamâ-nındaki büyük âlimlerin sohbetle-ricKİe bulunarak yetişti. Uzun zaman Muhammed bin Irak ile be-râber bulundu. Kerâmet sâhibi büyük velîlerdendir.
Menkıbe ve kerâmetleri çoktur. Safd beldesinin ileri gelenlerinden tüccar bir zât şöyle anlatır ı •Ticâret için Şam'a gidip gelir- | dim. Bir defâsında gittiğimde, elli ^ dinâr kazandım. Kazandığım pa- | raiarı cebime koyup, akşama j
doğru evime gitmek üzere yola çıktım. Biraz gidip ıssız bir yere gelince, karşıma bir adam çıktı. Daha önceden tanışıyormuşuz gibi bana selâm verdi. Babamı ve kabilemi de biliyordu. Beni tanıdığını, babamla çok yakın dost olduklarını ve bu gece beni misâfir etmek istediğini söylüyor, kat'iy-yen bırakmak istemiyordu. Ben çok hayret ettim. İster istemez kabûl ettim. O kimsenin evine gitmek üzere beraberce yolumuzu değiştirdik. Başka bir yolda ilerlemeye başladık. Issız yerlerden geçiyorduk. Ferâdis denilen kabristana vardığımızda o kimseden şüphelenmeye başladım. Sağa-sola baktım, hiçkimse görünmüyordu ve güneş de çoktan batmıştı. Şüphelendiğimi ve endişelendiğimi anlamış olacak ki, kendisinden çekinmememi ısrarla söyleyip tekrar etti. Evinin nerede olduğunu sordum. Yakında olduğunu söyledi. Kabristanı ve kabristandan sonra gelen değirmenleri de geçtik. Şimdi bahçelerin İçindeydik. Kaçmak mümkün değildi. Çünkü kaçsam nasıl gidecektim? Yolları tanımam lâzımdı. Etrâfı bilmiyordum. Nihâyet kuytu bir yere vardık. Orada bâzı kimseler vardı. Bana alâka ve yakınlık gösteriyorlar ise de, bunlann hırsızlar olduğunu anladım. Bana yer gösterdiler. Beni getiren, orada bulunanlarla benim anlamadığım bir lisanla konuştu. Artık, paramı almak için öldürmeye kararlı olduklarını anladım. Serbest bı-rakmalan için kendilerine yalvar-
Evllyâlar AfMiklop«dfsl 207
şemseodIn IcI
mflys bflşteldım. Bsnoj KofKms! Bu gece yiyip-içmek, rahat etmek üzere aramızda bulunuyorsun.* dediler.
Biraz sonra beni başka bir yere götürdüler. Çok kötü bir duruma düşmüştüm. Korku ve erxji-şe ile gkjiyorken. hayret edilecek birşey oldu. Bir grup kimse ile karşılaştık. Karşılaştığımız kimseler arasında bir yaşlı kimse ata binmişti. O yaşlı lümse, gâyet va-kûr ve heybetliydi. O ihtiyar, yan-lanrnja bulurxjuğum kimseleri tanıyordu ve onlara isimleri ile hitâb ederek; *Ey cürüm (suç) işleyici-lerî Bu yanınızdaki İrimdir?* dedi. Onlar da; 'Bizimle berâber bulunan bir misâfirimizdir* dediler. Bunun üzerine o heybetli zât; *Biz onu misâfir etmeye sizden daha lâyıkız. Onun bizimle bulunması daha münâsiptir.* dedi ve onlan azarladı. Onlar hiçbir şey diyemeden aynlıp gittiler. Beni onlardan kurtardığı için, o zâta çok teşekkür ettim. Şimdi rahatlamıştım. Sonra biz. o heybetli zât ve yanında bulunanlar ile birlikte yürüdük. O zât beni teselli ediyor ve; 'Nasıl oldu da onlann eline düştün! Onlar, eşkıyâ ve hırsız insanlardır. Onların düşünceleri seni misâfir etmek değil, olsa olsa senin paranı almak ve seni öldürmektir* dedi. Ben de başımdan geçenleri anlattım. Berâberce bir müddet yürüdükten sonra, bir pınara vardık. Orada başka zâtlar da vardı. Kalkıp bizi karşıladılar. O büyük zât ile müsâfeha edip elini öptüler. O zât, onlann arala-
rına oturdu. Sabaha kadar Allahü teâlâyı zikretmekle. O'nun emir ve yasaklarından anlatmakla meşgûl oldular. Orada bulunanla-nn hepsi, o büyük zâtı pürdikkat dinliyorlardı. Sabah olunca kalkıp abdestlerini tâzelediler. O zât imâm olup sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra birbirleriyle vedâlaşıp ayntdılar. Biz yine o zât ile birlikte epey yol gittikten sonra, o zât bana vedâ edip ayrılırken; *Ey oğul! Bundan sonra öyle kimseleri dost sanıp, peşlerine düşme. Çok dikkatli davran. Allahü teâlâya emânet ol* dedi. Onlardan bir kimse bana arkadaşlık etti. Ona bu zâtı, nerelere gittiğimizi, şimdi nerede olduğumuzu suâl ettim. O da şöyle cevap verdi: *0 zât. Şeyh Muhammed ellerdir. Gittiğimiz yer Lübnan Dağının yakınında bir yerdir. Şimdi bulunduğumuz yer de, Şam yakınlarında bulunan Sâlihiyye'dir. Seni kaçıranlar hırsızlardır. Üstâ-dımız olan Muhammed el-îcî onları bir bir tanır. Onlar da hocamızdan çok korkarlar. Allahü teâ-lâ onun bereketi ve vesilesi ile seni hırsızların, eşkıyânın elinden kurtardı.* Böylece ben de, Şem-seddîn Ebü'n-Nu'mân Muhammed Îcî hazretlerini tanımış ve bir kerâmetine de şâhid olmuş oldum.*
1)Câmiu Kerâmât-il-Evllyâ; c.1, ».185
2)Şttzerât-Oz-Zaheb; c.8, s.406
3)İslâm Alimleri Ansiklopedisi; c.14, s.242
ŞEMSEDDİN İBN-İ MÜNİR
9EMSEDDİN İBN-I MÜNİR; ^fîî mezhebi âlimlennden ve büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Abdürrahîm, lakabı Şemsüd-dîn'dir. Daha çok İbn-i Münir diye tanınır. Sûrlye'de, Dımeşk'a (Şam'a) üç günlük mesafede bulunan, acâib binâlan ve eski eserleri ile tanınan Baalbek şehrindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1531 (H.937) senesi Safer ayının ikisinde, Pazar günü Baal-bek'te vefât edip, talebelerine ders verdiği zâviyesinin bahçesinde defnolundu. Vefât senesinin 1524 (H.931) olduğu rivâyet edimiş ise de, 1531 olması ihtimâli daha kuvvetlidir.
İbn-i Münîr, evliyânın büyüklerinden olan İbrâhim Metbûlî hazretlerinin yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerinden, âlim, ârif, faziletler sâhibi, zâhid, dünyâya düşkün olmayan bir zât idi. Yumuşak huylu, güler yüzlü, sevimli bir hâli vardı. İnsanlar, sohbetlerinden istifâde etmek, mübârek kalbinden yayılan feyz ve nûrlara kavuşmak İçin huzûruna gelirler, hazır bulunurlardı.
İbn-ül-Münîr, nafakasını temin için, üstübeç, zercâr (bakır sülfat) gibi maddeler ve ıtriyât (güzel kokular) yapıp satardı. Her gün Baalbek çarşısında hazırladığı bu şeyleri satar, kazandığı attın, gümüş ve bakır parala-n bir kâğıdın içine koyardı. Böy-lece her satıştan kazandığı para, cebinde ayrı kâğıtlara sarılmış hâlde dururdu. Huzûruna fakir
bir kimse gelip bir yardım talebinde butunsa, elini cebine atar,
, içinde para bulunan dürülü kâğıtlardan ne kadar getirse, hepsini o fakire verirdi. Bunu yaparken, verdiği kâğıtların içinde ne kadar para bulunduğunu, fakire ne kadar verdiğini bilmezdi. İyl-, lik, ihsân ve ikrâmları pekçok olup, çok sadaka verirdi. Bilhassa takvâ sâhiplerine, haramdan sakınan iyi kimselere çok yardımda bulunurdu. Mescidleri îmar eder, dünyâlık bir malı bulunmayarak vefât eden, garîb ve fakir kimselerin kefenleme masraflarını karşılardı.
İbn-i Münîr hazretleri de nefsin arzularına uymayıp, ona zor gelen ibâdetleri çok yapmakta pek ileriydi. Çok ibâdet eder ve devâmlı Allahü teâlâyı zikrederdi.
Her sene hacca giderdi. Bu gidişinin çoğu yaya olurdu. Omuzunda sâdece bir su kabı bulunur, ondan İnsanlara su dağıtırdı. Vefâtmdan evvel altmış yedi defâ hacca gittiğini söylemiştir. Her sene hac vazifesini îfâ ettikten sonra memleketine dönmez, Mescld-I Aksâ'yı da zi-yâret ederdi. Orada bir ay kadar kaldıktan sonra memleketine dönerdi.
Hacca gidip gelirken, yolda ve orada kaldığı müddetçe birkaç hurmadan başka bir şey yiyip içtiği görülmezdi. Bâzı senelerde de hacca giderken, hayvanına zâhire, şeker, iğne, İplik, sürme gibi ihtiyaç eşyâlarını yük-
Evllyâlar AfMİlüop«dlsl 209
9EMSEDDIN İBN-I MOnIR
NİÇİN ZAHMET ETTİN
Atxlülvehhâb-ı Şa'rânî şöyle anlatır: "İbn-i Münir hazretlerinin hastalığı haberi bana ulaşınca, Ebû'l-Abbâs el-Harîsî ve Ebü'l-Abbâs el-Gamrî ile birlikte onu ziyârete niyet ettik. Ertesi günü sabah erkenden, Bâb-ün-nasr denilen yerde buluşup yola çıkmaya karar verdik. Oraya erken gelen ötekileri bekleyecekti. Sabahleyin ben geldiğimde, arkadaşlanmı bulamadım. Oradaki kapıcı; "Onlar buraya geldiler. Epey müddet beklediler. Sonra da, Hânke yolundan çıkıp gittiler." dedi. Ben onlara yetişirim ümidiyle yola çıktım. Biraz sonra Yemen tarafından gelen bir derviş ile karşılaştım. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi. "İbn-i Münir hazretlerine gidiyorum" deyince: "Ben de aynı yere gidiyorum" dedi. Benim bindiğim hayvan topal, vakit de kış günü olduğu için, normalde akşama ancak varabilirdik. Fakat daha güneş az yükselmiş idi ki, birden kendimizi o zâtın yanında bulduk. Yanma girdik. Çok hâlsiz düşmüş, gözlerinde tâkat kalmamıştı. Üç günden beri konuşmadığını öğrendik. Bizim girdiğimizi hissetti, fakat kim olduğumuzu tanıyacak hâlde değildi. "Kimsin?" diye sordu. "Abdülvehhâb" dedim. Bunu duyunca: "Kardeşim, buraya kadar niçin zahmet ettin?" dedi. "İnşâallah bu ziyâretimiz çok hayırlı olur. Sevap kazanırız." dedim. Bana çok duâ etti. Öğle namazından sonra vedâ edip ayrıldım. Hanke'ye geldiğimde ikindi vakti olmuştu. Biraz sonra bulunduğum yere Ebü'l-Abbâs girdi. Benim henüz gitmediğimi yeni geldiğimi zannediyordu. "Haydi, hayvanına bin gidelim" dedi. "Ben oraya gittim, ziyâret ettim. Şimdi geri dönüyorum" dedim. Bu sözüme çok hayret ettiler. İnanmazsanız oraya vardığıma dâir işâretimi de size söyleyebilirim. Meselâ, İbn-i Münîr hazretlerinin yaslandığı yastık kırmızı idi. İsterseniz gidince kontrol edersiniz." dedim. Ben anladım ki, yanına giderken ve gelirken aradaki çok uzak mesâfeyi Allahü teâlânın izni ile çok kısa zamanda almam, hep İbn-i Münîr hazretlerinin bir kerâmetiydi.
ler, götürüp oradaki insanlara dağıtırdı. İnsanlar onu, şehrin dışına kadar çıkarak karşılarlardı.
İbn-i Münîr hazretlerinin tasavvufa dâir, Rekâik-ul-Hakâlk isimli bir eseri vardır.
210 EvüyMar Ansiklop«di«j
şeiMSEDDÎN PANİ-PÜTÎ
1)TabakAt'0l-Kübrâ;c.2, t.130
2)Cİmkı KtrâmiHI-Evfıyi, c.1, 8.170
3)Mu'c«m-ül-MüeWrffn; c.10, s. 158
4)Şttzerdt-îiZ'Zthsb; C.0.8.226
5)C.2. 8.234
6)Izâh-ul-Meknûn; c.1, 8 581
7)İslâm Abmleri Ansıklop8cliif; C.14, 8.120
ŞEMSEDOÎN PÂNİ-PÜTÎ (Hi-cm Ş«ms#dcfln Türk); Hindis-tan’ın büyük vefîlerinden. Hidâyet semâsının güneşi, mârifet denizinin kabaran dalgası, ilim deryâsı, hayâ ve hilm, yumuşaklık hazînesi, insanların kılavuzu, ünsiyet meclisinin açıcısı, darda kalanla-nn sığınağı, yolda kalmışlann delili, yol göstericisi, kutb-i âzam, Hâce Şemseddîn Türk Pâni-pütî hazretlerinin babasının ismi Sey-yld Ahmed’dir. Şems-ül-Evliyâ, velîler güneşi ve Müşkül-ül-küşâ, ’kların çözücüsü olarak tanı-ırkistan’da bulunan Verşâne ndendir. I
jğum târihi tesbit edileme-«emseddîn Pânl-pütî, 1336 I S) senesinde vefât etti. Sey-ohjp hazretti Hüseyin’in nes-jenöir.
Ailesi tarafından tam bir Islâm terbiyesi ile yetiştirildi. Kalbine İslâm âlimlerinin sevgisi yerleştirildi. Kendisi büyüdükçe, kalbindeki muhabbet ateşi alevlenip fazlalaşıyordu. Bu muhabbet dayanılama-yacak hâle gelince, kendisine ir- | şâd edici, yol gösterici bir mürşid-i Mmll aramak üzere, bulunduğu Verşâne şehrinden çıkıp, kasaba
kasaba, şehir şehir dolaşmaya başladı. Mültan şehri clvânna geldiğinde, Kutb-ül-kâmllîn hazret-i Hâce Fertdüddîn-ı Genc-i Şeker ile karşılaştı. O büyük zâtın sohbetle-nnde bulunup, icâzet aldı. Bundan sonra, Genc-i Şeker hazretlerinin izni, işâreti ve emri ile, Kalyar şehri tarafına gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ı Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ahmed Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuştu. Hazret-i Hâce onu görünce çok sevinip; “Şemseddîn! Sen benim mânevî oğlumsun. Bizim bu yolumuzun, silsilemizin senden devâm etmesini ve uzun zaman ayakta kalmasını Allahü teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.” buyurup, onu talebeliğe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kıymetli sohbetlerde ve husûsî hiz-I metlerde bulunarak, orada onbir sene kaldı. Çetin riyâzetler ve mü-câhedeler ile çok gayret ederek, evliyalık yolunda üstün derecelere, anlaşılamayan yüksekliklere kavuştu. Ondan icâzet ve hilâfet alıp mezun oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde, diğer talebe arkadaşlarından ileride idi. Nitekim yüksek hocası onun için; “Bizim Şems’imiz evliyâ içinde güneş gibidir.'' buyurup, ona Şems-ül-evliyâ lakabını vermiştir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiği bu talebesini, insanları irşâd etmesi vazifesiyle Pâni-püt şehrine gönderdi. Hocasından aldığı vilâyet nûru ile o tarafları aydınlatan Şems-ül-evliyâ, binlerce kişiyi evli-yâlık mertebelerine kavuşturdu. Fevâid-ül-Füâd ve Zâd-ül-Ebrâr
Evtiyâlar Ansiklopedisi 211
9EMSEDDİN pANİ-POTİ
hâlin ŞemseddTn hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlamıştı. Su tulumunu o sıcak sudan doldurup sultânın yanına geldi. Sultâna, yalnız olarak arzetmesi îcâb eden bir husus olduğunu bildirdi. Sultan, otağında oturmakta idi. Hizmetçinin arzusunu ka-bûl etti. Hizmetçi gördüklerini etraflıca anlatınca, sultan çok hayret içinde kaldı. Hizmetçiye kendisini sabaha yakın uyandırmasını, berâberce oraya gideceklerini söyledi. Hizmetçi gece sultânı uyandırıp, berâberce havuzun yanına gittiler. Baktılar, havuzun suyu buz tutmuş hâlde idi. Bir kenara çekilip beklemeye başladılar. Biraz sonra Hâce Şemseddîn gelip abdest aldı. Orada namaz kıldı ve gitti. Sultan, olduğu yerden çıkıp suya baktığında, onun gâyet sıcak olduğunu gördü. Onun kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anladı. Hemen o zâtın çadırının bulunduğu yere geldi. Şemseddîn Pâni-pütî, çadırına gelmiş, Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Sultan, geride edeble durup, ayakta dinlemeye başladı. Okumayı bitirince, sultânın karşısında ayakta beklemekte olduğunu görünce hayret etti. Ayağa kalkıp selâm verdi. Sultan daha çok hürmet edip; “Ne kadar mesûd bir kimseyim ki, Hak teâlâ sizin gibi sevgili bir kulunu, benim za-mânımda ve yakınımda bulundurdu. Uzun zamandır muhasara ediyoruz, kaleyi fethedemedik. Lütfen duâ edin de, kale artık fetholunsun" dedi. Bunları söylerken, büyük bir edeb ile yalvarırcasına konuşuyordu. Şems-ül-evliyâ Şemseddîn hazretleri, tevâzu edip, kendisini duâya lâyık görmediğini söyledi. Sultan çok ısrâr etti. Bunun üzerine ellerini açıp Fâtiha-i şerîfe okudu ve; “Şimdi atınıza binip gidiniz. İnşâallah fetih gerçekleşecektir.” buyurdu. Sultan, sevinçle ve içi ferahlamış olarak otağına geldi. Komutanlarını toplayıp, konuştular. Bütün hazırlıklar tamamlanıp, son bir hücûma geçildi ve Allahü teâlânın izni ile kale fetholundu.
Bu fethin, Şemseddîn hazretlerinin duâları bereketiyle olduğunu bilen sultan, ertesi gün, büyük bir sevinçle ve yüksek bir edeble, yalın ayak onu ziyârete gelmek istedi. O ise, kendisine böyle davranılmasını istemiyor, tanınmaktan, meşhür olmaktan hoşlanmıyordu. Kalb gözüyle, sultânın bu düşüncesini anladı ve sessizce oradan ayrıldı.
Evliyâter Ansiklopedisi
ŞCM8EDDÎN PANİ-PÜTI
isimli çok kıymetli kitaplann sAhibi olan Celâleddîn-i Hindî bunun ta- i lebelehndendir. Her tarafta tanmıp , meşhûr oldu. Zühd, verâ, takvâ, tecrld ve uzlet sâhibi idi. Haram-iardan, şüphelilerden son derece i sakınır, dünyâya zerre kadar mey-letmezdi. İnsanlardan ayrı, kendi hâlinde bulunurdu. Her ân ibâdet ve tâat ile meşgûldü. öyle ki, sanki bambaşka bir âlemde, bambaşka hâller içinde yaşıyordu. Menkıbe- ^ leri, kerâmetleri çok, fazîletleıi sa- 1 yısızdır.
Rivâyet edilir ki, her kimin mühim bir işi, derdi, sıkıntısı, müşkili bulunduğunda, abdest alıp, Hâce Şemseddîn’in mübârek ismini yüz bin defâ okusa, bunu yapmak zor geliyorsa, bir miktar kimse toplanıp, bölüşerek okusalar ve yüz bine tamamlasalar, Allahü teâlâ, Şemseddîn Pâni-pütî’nin mübârek ismi hürmetine, o kimsenin sıkıntısını, ihtiyâcını giderir. Şu kadar var ki, bunu yapanların Ehl-i sünnet îti-kâdında olup, haramlardan sakınmaları ve bunu abdestli olarak, sıdk ve ihlâs ile okumaları şarttır. Hâce Şemseddîn çok mal ve servete kavuştu ise de, bunların hiçbirine meyletmedi. Her ân gönlü Allahü teâlâ ile berâberdi.
Bir gün, yanında bulunan atını duâ ederek salıverdi. At oradan süratle uzaklaştı. Bu sırada, Şemseddîn Pâni-pütî’nin bulunduğu yere uzak bir yerde, dul bir kadın ve bir de kızı vardı. O kadıncağız kızını evlendirecekti. Fakat hiçbir hazırlıkları, mallau'i ve paraları da
214 EvttyMar AMİklop#dtoi
yoktu. Şemseddîn Pâni-püti. Allahü teâlânın izni ile onların bu hâline vâkıf olup, atını bunun için göndermiş ve bunun için duâ etmişti. O duâ bereketi ile, o at gelip, o dul kadının yanında durdu. Kadın bu hâle bir mânâ veremeyip hayretle bakarken, gâibden bir sesin kendisine; “Ey ihtiyar hanım! Bu atı sat! Kızının masraflarına ihtiyaçlarına harca!" dediğini duydu. Kadın bildirileni yaptı. Böylece rahatlamış, büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldu. Hâce Şemseddîn kalan malını da bu şekilde Allah rızâsı için dağıtıp, kendisi Pâni-püt şehrine geldi; orada talebelerine ders okutmakla meşgûl oldu.
Şems-ül-evliyâ hazretleri bir gün, şehrin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir meclisde oturuyordu. Kendisinin seyyid olduğunu iddiâ eden bir kimse de orada idi. Bu kimse Şems-ül-evliyâ’ya; “Sizin seyyid olduğunuz nereden belli? Bunu nasıl isbât edersiniz?” dedi. Bu münâsebetsiz suâle üzülen Şems-ül-evliyâ; “Babamdan ve dedelerimden duyduğum gibi, bunu isbât eden şecere de yanımda saklıdır.” dedi. O kimse daha da ileri giderek; “Bu tam bir isbât değil. Daha katî bir şey göstermeniz lâzım.” dedi. Şemseddîn hazretleri buna daha çok üzüldü. Celâllendi, Hâşimî damarı harekete geldi ve; “Gerçi bu isbât şekli şimdiye kadar tatbik edilmiş değil ama, şimdi bundan daha katî bir yol kalmadı. Mecbûren, “Seyyidlerin kılı ateşte yanmaz.” kâidesinl göstereceğiz. Hemen büyük bir tandır hazırlasın-
ŞERAFEDDIN EBÛ ALİ KALENDER
lar. Mâdem sen de seyyid olduğunu söylüyorsun, birlikte o tandıra gireriz.” buyurdu. O kimse daha önce cüretk&r sözler söylediği için, şimdi bu sözlere Ttirâz edemedi yakmırKİa bulunan büyük bir tandır yakılıp, kızdırıldı. Şems-ül-evliyâ, hiç çekinmeden o kızgın tandıra glfcH. Fakat, o girer girmez, Allahü teâlânın izni ile tandırın sıcaklığı geçti. Elbisesinden bir iplik bile yanmadı. Tandırın içinde gaybdan bir pınar peydâ oldu. Şemseddîn, o pınardan abdest aldı. İki rekat namaz kıldı. Sonra dışarıda bekleyen o kimseye seslenip; “Ey Sey-yıd(!) kardeşim. Niçin tandıra girmiyorsun. Beklemen çok uzadı." dedi. O kimse, mahcûbiyetinden biraz daha ilerledi, ateşi gördü. Pek yakıcı ve korkunç idi. Kalbine dokundu, yüzünün rengi değişti. Buna rağmen iki adım daha atıp, tandırın başına geldi. Yükselen alev, pardesüsünün eteğini tutuşturunca, feryâd etmeye başladı. Sonra, Şems-ül-evliyâ hazretleri tandırdan çıkıp, o kimsenin tutuşan pardesüsünü söndürdü. Bu hâdiseyi başından beri tâkib edenler, hayretler içerisinde kaldılar. O zâtın seyyid olmadığı, yalancı birisi olduğu anlaşılmış oldu. Orada bu-lunanlann, Şems-ül-evliyâ hazretlerine olan muhabbetleri, böylece daha çok arttı.
Hâce Şemseddîn Türk’e, hocası Alâüddîn Sâbir hazretleri senelerce önce; “Şems-ül-evliyâ (EYliyânın güneşi)” lakabını vermişti, Buradaki harflerin sayılarının toplamı, Ebced hesâbına göre
I 736 etmekte, bu İse, o büyük zâtın hicri vefât senesine karşılık I gelmektedir. Hâce Alâüddîn hazretlerinin bu ismi vermesinin bir I kerâmet ve Hâce Şemseddîn’in, evliyânın güneşi olmasının, Allahü ! teâiâ tarafından kabul edilmesine bu uygunluğun bir işâret olduğu-I nu âlimler büdirmişlerdir.
1)Siy«'-ul-Aktâb; s.184
2)Isl^ Alimlen Ansiklopedisi; c.11. s.53
ŞERÂFEDDÎN EBÛ ALİ KA-LENDER; Hindistan'ın büyük velîlerinden. Pâni-püt şehrindendir. Soyu İmâm-ı A'zam hazretlerine dayanır. Lakabı Kutb-i Ebdâl'dir. Kendisine Ebû Ali Kalender de denir. Doğum târihi tesbit edilememiştir. 1323 (H.723) senesinde Ramazân-ı şerîf ayında Hindistan'da Kimâl'in Bûte Kihtar Kasabasında vefât etti. Sonra kabri I Pâni-püt'e nakledildi.
! Allahü teâlânın aşkı ile ken-j dinden geçmiş hâlde bulunurdu.
I İlk zamanlarında çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Nefsinin arzula-nna uymaz, ona zor ve güç gelen ibâdetleri çok yapardı. Evliyâlık yolunda çok yükseldi. Hâce Nizâ-müddîn-i Evliyâ'nın talebelerin-dendlr. Hâce Kutbüddîn-i Bahti-yâr Kâkî hazretlerinin talebelerinden olduğu da rivâyet edilmiştir. Hayâtı hakkında fazla mâlûmat bulunamamıştır. Dostlanndan İh-tiyâreddîn'e yazılmış olduğu bildirilen kıymetli mektupları vardır. Aşk ve muhabbet dili ile yazılan
EvSyAlar Ansiklopedisi 215
şfhAFEDDİN EBÛ ALİ KALENDER
bu mektuplarda, mârifet ve tevhîd hakîkatlerl, dünyâyı terk ederek âhireti istemenin lüzûmu ve Hak teâlâyı sevmenin ehemmiyeti bildirilmektedir. Avâm dilinde yazılmış olduğu bildirilen bir risâtesı vardır ki, ona da Şeyh Şerâfeddîn Hikemnâmesi (hikmetlernâmesi) denir. Bununla berâber, böyle bir eserinin olmadığı da rivâyetler arasındadır.
Kabri Pâni-püt şehrindedir. Feyz dolu bir yerdir. Kendisini sevenler ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden ve mübârek rû-hâniyetinden istifâde etmektedirler. Kabrinin yanında Mübârek Hân İsmiyle bir kabir daha olup bu zâtın. Şeyh Şerâfeddîn hazretlerinin dostlarından ve talebelerinden olduğu söylenmektedir.
Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender hazretleri, yazdığı kıymetli mektuplarından birinde buyuruyor ki: "Ey kardeşim! Senin evliyâlık yolunda İlerlemene yardım ettiklerinde ve sana bir cezbe verip, seni, senin senliğinden çaldıklarında bilirsin ki, aşk sana gelir, güzellik sana görünür. O güzelliği bilince, mâşûku tanırsın ve mâşûka âşık olursun.
Ey kardeşim! Allahü teâlâ Cennet'I ve Cehennem'! yarattı. İkisini de dolduracağını buyurdu. "Mâşûkları âşıkları ile (müminleri sevdikleri ile) berâber Cennet'e koyacağım, ^ytanı da tâifesi ve sevenleri ile birlikte Cehennem'e atacağım" buyurdu.
Ey kardeşimi Cennet'te ve 216 Evllyilar AnaiklopMÜsi
Cehennem'de âşıktan, sevenden başkası yoktur. Cennet, dostların kavuşma yendir. Kâfirler ve münâ-fıklar, dünyâda Inanmayıp yalanla-dıklan hakîkati âhirette görüp ania-dıklannda, Cennet'e gitmek arzulan olacak, fakat dünyâda yapmış oldukları düşmanlıklarının neticesi olarak ebediyyen Cehennem'de kalacaklardır. Cennet nîmetlerin-I den mahrûm olmak acısı ile yanacaklar, Cehennem'in acı azapları,
I bu sıkıntı yanında hiç kalacaktır. Cennet'te, dünyâda iken Allahü te-âlânın muhabbeti ve sevgisi ile yananlar bulunduğu gibi, Cehennem'de de, dünyâda iken nefsleri-nln, şehvetlerinin ve şeytanın esîri olarak, bu İlâhî muhabbet ve sevgiden uzak yaşayıp da, öldükten sonra, Allahü teâlâya îmân, O'na sevgi ve muhabbetin ne büyük bir nîmet olduğunun farkına vararak; "Keşke bizler de dünyâda İken îmân etseydik, İlâhî muhabbet ve sevgi nîmetine kavuşsaydık" diyerek, pişmanlık İçinde yananlar bulunacaktır. Bunun için Cennet, dostlar için buluşma yeri, Cehennem ise, düşmanlar için ayrılık ve pişmanlık yeridir. Ayrılık ve pişmanlık, kâfirler ve münâfıklar içindir. Kavuşmak ve sevinç İse, Mu-hammed aleyhisselâmın âşıkları ve sevenleri içindir.
Ey kardeşim! Kalb gözünü aç! İyi gör ve bil ki, Allahü teâlâ senin İçin neler yarattı, neler gösterdi. Ağaçlara güzellik koydu. Ağaçlarda çeşitli meyveler yarattı. Her birinin tadını ayrı ayn yarattı. Hâlbuki o ağacın, kendinden, çl-
şerAfet nevşAhI
çeğinden ve meyvesinden haberi bile yoktur. Bunun gibi, nice mahlûklarda senin faydalanman için nice güzel şeyler yarattı ki, bu güzel şeylerin kendisinde bulunduğu mahlûklar, (ağaç misâli) kendilerinde bulunan bu güzel şeylerden habersizdiıier. Kamışta şekeri, ceylanda miski, sığırda anben, kedide zebatı ve ağaçta | kâfûru yaratması böyledir.
Ey kardeşim! Nefsi iyi tanırsan, dünyâyı iyi tanımış olursun. Rûhunu tanırsan, âhireti tanımış olursun. Gelip geçici olan dünyâyı terkedip âhirete yönelmen, âhire-te faydası olacak ameller yapman, nefsi, dünyâyı rûhu ve âhi-retı tanıman nisbetinde olacaktır. Allahü teâlâ hepimize selâmet, saâdet versin! Âmin."
1)Ahbâr-ul-Ahyân 8.135
2)Islâm Alimisn Ansiklopedisi; c.11, s.69
ŞERÂFET NEVŞÂHÎ; Pakistan'da yetişen velîlerden. İsmi Ahmed'dir. 1907 (H.1325) senesinde Gücerât şehri yakınlarında Sehanpâl'de doğdu. 1983 (H. 1403) senesinde vefât etti. Kabri Sehanpâl'dedir. Soyu Eshâb-ı ki-râmdan Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs'a dayanır. Âlimler, velîler yetiştirmiş bir âile-ye mensûbdur. Tasavvufta Kâdi-riyye yolundan yetişip kemâle ermiştir.
Dört yaşında iken babasının halası Bîbî Hanımdan ilk din bilgi-
lerini öğrendi. Yedi yaşında iken dedesi Muhammed Şâh Nevşâ-hî'den ilim öğrenmeye başladı. Sonra Farsça kitaplardan. Kerimi, Nâm-ı Hak, Pendnime-i Attâr, Sa'dî-i Şîrâzî hazretlerinin Gülistan ve Bostan adlı kıymetli eserlerini. Molla Câmî'nin Yûsuf ye Zeliha adlı eserini, Nizâmî'nin İskendemâme'sini dedesinin hu-zûrunda okuyup bitirdi. Bundan sonra Farsça eserler yanında Urduca kitaplardan da ders okudu. Vâhid Barî, Râh-ı Necât, Hakî-kat-üs-Salât, Masdar-ı Feyz ve bâzı dînî kitapları da dedesinden okudu. On iki yaşında iken İsken-demâme'yi de dedesinden okumakta iken, dedesi 1918 (H.1337) senesinde vefât etti. İskendemâ-me kitabını babasının derslerinde okuyup tamamladı. Babasından Fârisî dilinde Mesnevî-yi Nireng-i Işk, Envâr-ı Süheylî kitaplarını okudu. Ayrıca babasından Arapça öğrendi. Sarf-ı Behâî'yi de ondan okudu.
1922 (H.1341) senesinde hat, güzel yazı dersleri almaya başladı. Mevlevî Muhammed Hüseyin Mübârek'ten ta'lik ve nesih gibi hat çeşitlerini yazmayı öğrendi. Bu hocasından Tefsîr-i Hüsey-nî'yi okudu. Hat sanatında gâyet güzel yetişti. Kamış kalemle yazdığı güzel yazısıyla çok kitap yazmıştır. İktibas ettiği bu kitaplar, hat sanatında güzel nümûneler-dendir. Kendi hattıyla yazdığı kitapları özel olarak kurduğu kendine âit büyük bir kütüphânede muhâfaza edilmiştir.
Evliyâlar Ansiklopedisi 217
Dedesinden, babasından okuyarak ve şahsî gayretiyle ilim öğrenip, gâyet iyi yetişmiştir. Bir medreseye veya fakülteye devâm etmemiştir. Bilhassa çok kitap okumakla geniş kültür sâhibi olmuştur. Üniversite mensuplan ondan istifâde için devamlı yanına gelirlerdi.
1921 (H.1340) senesinde babasından Nevşâhiyye silsilesi üzere tasavvufta icazet aldı. Babası onu şifâhen ve yazılı olarak
Ş«rif«t NtvşAhf'nln Pakistan, Sahânpal'da bulunan türbaai.
kendisine halîfe tâyin etti. Böyle-ce âlim, hattat ve tasavvuf ehli iki yönlü bir zât oldu. Gündüzleri yazı yazmak ve kitap okumakla, geceleri de ibâdet, tâat ve zikirle meşgûl olurdu, ömrünün sonuna kadar hep böyle devam etti. 1928 (H.1347) senesinde evlendi. İki oğlu üç kızı vardır.
1983 senesinde bir yolculuğu sırasında hastalandı ve bu hastalıktan vefât etti. Bir Ramazan ayının onuncu gününde Lahor'a gitmişti. Orada oğluna; "Kendimde
şerAfet nevşAhI
halsizlik hissediyorum. Beni Se-hanpâl'e götür.* dedi. İki gün sonra Sehanpâl'e ulaştılar. Orada biraz iyileşti. İki defâ yazı yazmak ve dostlarına mektup yazmakla meşgûl oldu. Bu mektubunda; ‘Hâlim iyi değildir. Zayrf düştüm.* diyerek hastalığını belirtmiştir. Bu arada iki defâ hastalığı ağırlaştı, ateşi yükseldi. Yapılan tedavilere rağmen hastalığı geçmedi. Gün geçtikçe halsizleşti. Konuşamayacak hâle gelip, maksadını işâ-retle anlatmaya beışladı. Ramazanın on dokuzuncu günü biraz iyileşip konuştu. Sonra Genc-i Bahş hazretlerinin hallerini anlatan kitaptan biraz okutup dinledi ve vasiyetini yaptı. Ramazân-ı şerîfin yirmi ikinci günü öğleden sonra vefât etti.
Vefâtı, sevenlerini çok üzmüştür. Onu tanıyan ilim ehli pek-çok kimse, hakkında medhedici sözler söylemişlerdir. Genc-i Bahş Kütüphânesinin eski müdürü Prof. Muhammed Hüseyin Tesbîhî onun vefâtını öğrenince; ‘Âlim ve fâdıl hazret-i Seyyid Şe-rtf Ahmed Şerâfet Nevşâhî'nin vefât haberi beni pek ziyâde üzdü. Ah! Yazık ki şimdi Nevşâhî âile-sinden ilim hazînesi olan o zât da gitti...* demiştir.
Dr. Muhammed Eyyûb Kâdirî de onun için; ‘Büyük bir velî, şeyh-i tarîkat, yazar, şâir, edip, târihçi idi. Hayâtı gâyet sâde ve mütevâzî idi. Umûmî olarak Pen-cab âlimleri arasında ve husûsî olarak da Nevşâhî âilesi arasında
kâmil ve mütehassıs bir zât idi.* demiştir.
Prof. Muhammed ikbal Mü-ceddldî; ‘Zaman onun gibi bir dehâ daha yetiştiremez. Hiç kimse onun yaptığına güç yetiremez kanâatindeyiz.* demiştir.
Prof. Ahtar Râhi ise; *0, son nefesine kadar ilimle meşgul olmuştur. Allahü teâiâ onun ilme ve dîne hizmetlerini kabûl buyursun.* demiştir.
Urdu dili muallimlerinden Muhammed Sıddık da onun için; “O, ilim deryâsında, fazilette, ha-
Ş«rW*t N«wşihrnln hayat va mankıba-larlnl anlatan kltabm kapak aayfası.
EvHyâlar Analklopadiai 21S
»cıtAFET mkvşAhI _______________
kTkat V0 mârifette zamânm nâdir yetiştirdiği bir zâttır. Tevâzû ve şeref sâhibl olmak ofHjn tabâ hu-sûaiyeti İdi. O sahrâda esen güzel bir rüzgâr »dİ. Vefâtıyla serin esintisi son buldu!* demiştir.
Şerâfet Nevşâhî kerKiini ilme o kadar vermişti ki; "Eğer ilimle, kitap okumakla, yazmakla meş-gûl olmasam muhakkak hasta olurum.* demiştir. En küçük fırsatı dahi değerlendirir, devamlı ilimle meşgûl olurdu. Yolculuğa çı-kifK:a büyük bir azimle aynı meş-gûllyetlni devâm ettirirdi. Büyik bir kütüphâne kurmuş, devamlı bu kitaplarla meşgûl olmuştur. Bütün kltaplannı cild içinde mütehassıs bir sahâfa ciKletmiştir. Kitap okumaktan yorulunca yazmaya, yazmaktan yorulunca da okumaya başlar, aslâ boş durmazdı. Yazdığı eserler ve çalışmalan onu tanıyan ilim ehlini hayrete düşür-mü^ür. Kitaplan ve müelliflehni o derece bilirdi ki, hangi kitaptan söz açılsa, kitabı ve müellifini, muhtevâsmı, şaşılacak derecede anlatır, o hususta doyurucu bilgi verirdi. Bir defâsında Lahor şehrinde MeffûzAtH Nevşah Genc-i Bahş adıyla da bilinen Çıhdr Bahir adil kitabm el yazma nüshasını sâhibinden bir geceliğine emânet almış, o gece kitabı yazıp bitirmiştir. Pekçok kitabı da satın almışbr.
Şerâfet NevşâhTnin Şartf-üt-Tavârlh adlı târihle ilgili eseri çok meşhurdur.
Aynca tercüme ve telif yoluy-
la yazdığı pekçok esed olup, bir kısmı şunlardır Dürr-QI-Yetlm (Besmelenin fazHeti hakkında), Ulûm-ı Kur'ân, Er-Ravd-QI-Cİ-nân fl AhâdTs-i Seyyid-il-İns va'l-Cân, Envâr-üs-Sayyidât
Asin Sidİt, Tuhfs-i Muhibbtn ff Csvizi Simii Aşikin, Styidst-U-Ulûbs, Sahffs-I Mssül, Zafsri Hsnsflyys bsr Fırka-i MirzMyys, Mir'it-ül-Hak. isbâtH Sohbst-ül-Hasan mas imim-ı Ebi'l-Ha*
Kütûphinemi taksim etmesinler! Kıymetli oğul Arifi kûtûphânemin sorumlusu tâyin etsinler. Çünkü o, ilim ehlidir. Kütüphânenin koruma vazifesi ve salâhiyeti ve istifâdeye sunma işi ona âid olsun.
Kütüphânemdeki yazma eserleri aslâ satmasınlar. Çün-* kü ben, o kitapları büyük gayretler sarfederek geride kalanlar için topladım. O halde bu ki-taplan satmak benim maksadımı heder etmek olur!
Kütüphânemdeki matbu kitaplar da Nevşâhî âilesine âit-tir. Bu kitaplar Nevşâhî âilesine ister uygun oisun ister olmasın bunlan da satmasınlar.
Şâyet vârislerim arasında kütüphânemden istifâde edecek salâhiyette, ehil kimse kalmazsa, kütüphânemi üniversite kütüphânesine veriniz ki, kûtüphânem korunmuş olsun.*
san, Cevthirit, HazAin-OI-Es-rir, KaiimAt-ı Tayyibit, Feyz-i Çaştiyye, İ'ciz-Ot-Tevirih, A'did-Ot-TArih, Târfh-I Sehan-pâl, Târih-i Selâfln, TArIh-i Ab-bisf, VAkıat-ı Cenk, Şarff-Ot-TavArlh, MeAhiz-i AhvAl-i Nav-şAhiyya, Tazkirat-ö Muhadda-rAt, AvAkıb-U-MaAkıb, Tazkira-i ŞuarA-ı NavşAhiyya, Tazkira-i Musannifini NavşAhiyya, Fay-dAnf ilAhiyya, Ta^ira-i AfitAb-ı PancAb, MirkAt-üd-Oarûriyya, TarrAz-ı EvliyA ve daha pekçok eser.
1)Şar«fetN«^ht(S«yyldAnfl>tavşâhq
ŞEREFODDÎN ahmed BİN YAHYA MÜNÎRÎ; Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerirKİen. Mahdûm-ül-Müik Bihârf diye tanınır. Lakabı, Şerefüddîn olup, nesebi, Peygamber efendimizin am-calanndan Zübeyr bin Abdülmut-talib'e dayanır. Dedesi, evliyâdan bir kimse olup, Halil kasabasından, Bihar'daki Münir kasabasına göç etti. Anne taafından dedesi, Sühreverdiyye yolunun rehberlerinden idi. Bu dedesi, Kaşgarlı olup, sonradan Patna'ya bağlı Jathii köyüne geldi. Hazret-i Hüseyin'in soyundan olduğu için, seyyid idi.
Şerefüddîn Ahmed'in; Hali-lüddin, Ceffilüddin ve Habibüddİn isimlerinde üç kardeşi vardı. Şe-refüddtn Ahmed, 1263 (H.661) senesinde Münir'de doğdu. Hindistan'da Bihar şehrinde yaşadı.
EvSySİM’AMİMopMSti 221
şi^hefOddIn ahmbd BİN yamyA mOnIrÎ
1380 (H.782)de vefât etti. Kabri de oradadır.
Şerefüddîn Ahmed, İlk tahsilini kendi kasabasında yaptı. Büyük âlim Mevlânâ Şerefüddîn Ebû Tavâma'nın talebesi oldu. Onunla Sonâr* gaon'a gittiler. Orada derslerine o kadar çok çalışırdı ki, bir dakikasını boşa geçirmezdi. Diğer talebeler yemek yemek için bir müddet istirahata çekildikleri hâlde, o hocasından izin alarak yiyeceğini kendi odasında yeyip. zaman isrâfı yapmazdı. Derslerine kendini o kadar çok vermişti ki, memleketinden gelen mektuplan cevaplayacak zaman bulamazdı. Hattâ mektupları, belki üzüntüye ve derslerinden ilgisini dağıtmaya sebeb olur düşüncesiyle okumazdı. Kısa zamanda, zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Hocasının kızıyla evlenerek, Ze-klyyüddîn isminde bir oğlu oldu. Babası Yahyâ Münîrî hazretlerinin vefâtı üzerine Münir'e döndü. Çocuklarını annesinin yanına bırakarak, Dehlî'deki büyük velî Nizâ-müddîn Evliyâ İle görüşmek üzere yola çıktı. Daha şehre girmeden Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin vefât ettiğini öğrendi. Necîbeddîn Flrdev-sî orada idi. Necîbeddîn Flr-devsî'nin huzûruna erişince; "Ey Şerefüddîn Ahmed! Senelerdir oturup seni bekle-
SAADET VE ŞEKAVET
Şerefüdcfm Ahmed bin Yahyâ Münir? hazretleri yetmiş altıncı mektubunda buyuruyor ki. ”Saâ-det" Cennetlik olmak demektir. "ŞeKâvet”, Cehennemlik olmak de mektır. Saadet ve şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci hazînenin anahtan. tâat ve ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, ma’siyyet yânı günahlardır.
Allahü teâlâ, her insanın saîd veya şakî olduğunu ezelde takdîr etmiştir. (Buna alın yazısı denir.) Ezelde saîd denilen kimsenin eline dünyâda saâdetin anahtarı verilir. Bu insan, Allahü teâlâya itâat eder. Ezelde şakî olanın eline de, dünyâda şekâvetin anahtarı verilir. Bu kimse, hep günah İşler. Dünyâda herkes, eline verilmiş olan anahtara bakıp, saîd veya şakî olduğunu anlayabilir. Âhireti düşünen din âlimleri, herkesin saîd veya şakî olduğunu böylece anlar. Dünyâya dalmış din adamı ise, bunu bilmez. Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve İbâdet etmekle ele geçer. Her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hâsıl olur. Herkese derd ve belâ, günah yolundan gelir. Rahat ve huzur da. itâat yolundan gelmektedir. (Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse değiştiremez. Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saâ-det zan etmemeli. Nefse güç ve acı
şerefOddIn AHMED BİN yahyA mOnîrÎ
gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır.) Kudüs'de Mes-cid-i Aksâ’da senelerce teşbih ve ibâdet ile ömrünü geçiren kimse. bir secdeyi terk etdigi için öyle yuvariarıdı kİ, bir daha kalkamadı. Eshâb-ı Kehf'in köpeği ise, pis olduğu hâlde, sıddîkların arkasında birkaç adım yürüdüğü için, öyle yükseldi ki, hiç düşmedi. Bu hâl, insanı hayrete düşürmektedir. Asırlar boyunca, ilim adamları bu bilmeceyi çözememiştir. İnsanın aklı, bunun hikmetini anlıyamadı. Âdem ale^isselâma buğdaydan yeme dedi ve yemesini diledi. Şeytanın Adem aleyhisselâma secde etmesini emreyledi ve secde etmemesini diledi. Beni arayınız buyurdu. Fakat kavuşmağı dilemedi. İlâhî yolun yolcuları, "Hiç anlayamadık* demekten başka bir şey söyleyemediler. Bizlere ne demek düşer. O'nun, insanların îmân etmelerine, ibâdet yapmalarına ihtiyâcı yoktur. Kâfir olmalarının ve günah işlemelerinjn O'na hiç zararı olmaz. Mahlûklarına O'nun hiç ihtiyâcı yoktur. İlmi, zulmetin temizlenmesine, cehli de günah işlemesine sebep yaptı. İlimden îmân ve tâat doğmakta, cehâletten de küfr ve günah hâsıl olmaktadır. Tâat, çok küçük olsa da, kaçırılmamalı. Günah pek küçük görünse de yaklaşmamalıdır. İslâm âlimleri dedi ki; üç şey, üç şeye sebeptir: Tâat, Allahû teâlânın rızâsını kazanmağa sebeptir. Günah işlemek, Allahû teâlânın gadabına sebeptir. İmân etmek, şeref ve değer sâhibi olmağa sebeptir. Bunun için, küçük günah işlemekten de çok sakınmalıdır. Allahû teâlânın ga-dabı, bu günahta olabilir. Her mümini kendinden iyi bilmelidir. Al-lahü teâlânın çok sevdiği kulu olabilir. Herkes için ezelde yapılmış olan takdîr hiç değiştirilemez. Hep günah işleyip, hiç tâat yapmamış olanı, dilerse affeder. Melekler: "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek insanları niçin yaratıyorsun?" dediklerinde, "Onlar fesâd çıkarmazlar." demedi. "Sizin bilmediklerinizi ben bilirim." buyurdu. "Lâyık olmayanları lâyık yaparım. Uzak kalanları yaklaştırırım. Zelîl olanları azîz ederim." buyurdu. "Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalblerine baka-nm. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, onların günahlarını affetmeği de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Onları, ezelî olan lûtfuma kavuşturur, ebedî olan lûtfum ile hepsini okşanm" buyurdu.
EvNyâlarAnsIklopadM 22i
yurdu. Şerefüddîn Ahmed Münîrî, ona hizmet etti ve kendisi için saklanan nimetlere kavuştu. Büyük velîlerden oldu. İnsanların doğru yola gelmeleri, Ehl-i sünnet îtikâdı üzere yaşamaları için yarım asırdan fazla uğraştı.
Ahmed Münîrî'nin sohbetlerine, her sınıftan ve îtikâddan in-
Şerefüddîn Ahm«d bin Vahyi Münîrî'nin bir mektubu.
sanlar katılırdı. Onların sorduk-lan en karmaşık suâllere, tatmin edici cevaplar verirdi. Sohbetlerinde, tasavvufun inceliklerini, insanlara faydalı olmayı, sünnet-i seniyyenin Ihyâsını, bid'atlerden sakınmayı anlatırdı. Yüz binden ziyâde insan, talebesi olmakla şereflendi. Bunlardan üç yüzden fazlası, büyük âlimler derecesine yükseldi. Pekçok hindûnun müslü-man olmasına sebeb oldu. Za-mânındaki sultanlara, devletin ileri gelen kimselerine, halk arasında söz sâhibi olanlara ve talebelerine mektuplar yazarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirirdi. Bu mektuplar, sonradan toplanarak kitap hâline getirildi.
Ahmed Münîrî, Peygamber efendimizin sünnetlerine o kadar sarılırdı ki, âlimler onun hakkında; "Şerefüddîn'in ahlâkı, Resûl aleyhlsselâmm bir kopyasıdır." derlerdi. Herkese karşı güler yüzlüydü. Başkalan-nın haklarına çok saygı gösterir, kalbi kırık garîblerin yardımına koşardı. Ahlâk bakımından Peygamber efendimize çok benzerdi. Nitekim Mektûbât'ının 50. mektubunda; "Bu da göstermektedir ki, kibir, gurûr ve bilgisizlik sebebiyle, Peygamber efendimizin yolunu tâkib etmeyen câhil İnsanlar, onun mübârek nûrlannın pınltılan-nı bulamazlar. Bunların, bir rehber yol gösterici olmadan mânevi makamların yüksek derecelerine gidecek doğru (hakîkî) yolu bul-
224 EvUyâlar Ansiklopedisi
ŞEREFÜDDÎN AHMED BİN YAMYÂ MÜNÎRİ
malan İmkânsızdır. Bunun içindir ki; "Kör. elinde değnek olmadan aslâ yolunu bulamaz" demişlerdir. Ey genç, yolun uzundur ve tehlikelerle doludur, o yüzden bir yol gösterene sarıl!" buyurmaktadır.
Şerefüddîn Ahmed Münîrî, Peygamber efendimize uymakta çok titiz olması sebebiyle, dindeki her bid'atten sakınırdı. Bu mev-zûda o kadar dikkatliydi ki, bir defâsında talebelerine; "Peygamberimizin herhangi bir hareketini bid'atlerle karışmış görürseniz, o sünneti terketmeniz daha iyidir." buyurdu.
Ahmed Münîrî, sünnet-i şerîfe uymanın bereketiyle, Allahü teâ-lânın kendisini affedeceğini ümîd ederdi.
Vefât ettiği gün, yüz yirmi bir yaşında idi. Vefâtından bir gün önce çok hasta olmasına rağmen, son defâ abdest almak istedi. İkindi vakti yaklaşıyordu. Hırkasını çıkardı, su istedi, yenlerini kıvırdı, dişini temizledi. Besmele okuyarak abdest almaya başladı. Her uzvunu yıkamaya başlarken, başka duâlar okudu. Kollannt yıkarken, Şeyh Halîl yüzünü yıkamayı unuttuğunu hatırlattı. Tekrar tâze abdest almaya başladı. Kâdı Zâhid, sağ ayağını yıkamaya yardım etmek istediyse de, ona mâni oldu. AbdestI tamamladıktan sonra, bir tarak ve seccade istedi. Sakalını taradıktan sonra, iki rekat namaz kıldı. Biraz dinlendi ve sonra ikindi
namazını kıldı. 1380 (H.782) senesi Şevvâl ayının beşinde de, evdeki çocuklarıyla ve talebeleriyle helâllaştı. Onlarla vedâlaştı. Ertesi gün yatsı vaktinde, sale-vât-ı şerîfe getirerek duâ etmeye başladı. Duâ esnâsında mübârek rûhunu teslim etti. Cenâze namazı, Şeyh Eşref Cihangir Sem-nânî tarafından kıldırıldı.
Şerefüddîn Ahmed Münîrînin eserlerinin listesi çok kabarık olmakla berâber, ne yazık ki, bunlardan pek azı bu güne kadar gelebilmiştir. Saklanabilen kitapları şunlardır: Râhat-ül-Kulûb, Ec-veb, Fevâid-i Rüknî, İrşâd-üt-Tâlibîn, İrşâd-üs-Sâlikîn, Risâ-let-ül-Mekkiyye, Ma'den-ül-Me-ânî, İhvân Pür Ni'met, Tuhfet-I Gaybî.
Şerefüddîn Ahmed hazretlerinin İrşâd-üs-Sâlikîn, Ma'den-ül-Me'ânî ve Mektûbât kitapları çok kıymetlidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden Gulâm-ı Ali Abdullah-! Dehlevî, doksan dokuzuncu mektubunda, Ahmed bin Yahyâ Münîrî'nin Mektûbât'ını okumayı tavsiye etmekte, nefsin temizlenmesinde çok tesiri olduğunu bildirmektedir.
1)Ahbâr-ül-Ahyâr, S.123
2)Herkse Lâzım Olan îmân; (6. Baskı) 8.63
3)Menâkıb-ül-Esfiyâ; s.141
4)Nüzhet-ül-Havâtır; c.2, s.9
5)Sîret-üş-Şeref; s.46
6)Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.56
Evlîyâlar Ansiklopedisi 225
şerIf tlemsAnİ
ŞERÎF TLEMSÂNÎ; Mâlikî mez- | hebinde, fıkıh ve kelâm ilimlerin- I de mütehassıs olan büyük âlim- | lerden, velî. İsmi, Ebü Abdullah Muhammed bin Ahmed'dir. Haz-ret-i Ali'ye dayanan nesebi şöyle-dir; Muhammed bin Ahmed bin ’ Ali bin Yahyâ bin Ali bin Muham- j med bin Kâsım bin Hamûd bin ! Meymûn bin Ali bin Abdullah bin Ömer bin İdrîs bin İdrîs bin Ab- | dullah bin Haşan bin Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anhüm ecmain). 1310 (H.710) senesinde Tlemsân şehrinde doğdu. Aklî ve naklî ilimlerde, âlimlerin sözbirliği ile za-mânınm en büyük âlimi olduğu bildirildi. 1370 (H.771) senesinde vefât etti.
Şerîf Tlemsânî, 1339 senesinde Tunus'a tahsîle gitti. Orada İbn-i Abdüsselâm'dan tasavvuf, Ebû Zeyd bin Yâkub'dan Kur'ân-ı kerîm dersleri aldı. Yine büyük âlimlerden İbilî hazretlerinin de derslerine devâm etti. İlim öğrenmedeki gayreti çok fazla idi. Hocaları onun bu gayretine hayran kalırlardı. Ders çalışırken kendinden geçer, zihnini derslerine verirdi. Bir defâsında elbisesindeki yırtığı, dört ay hiç görmedi. Gecesini gündüzüne katarak, üstâdı İbifî hazretleriyle beraber olmaya gayret ederdi. Abdestsiz hiç do-laşmazdı.
Oğlu şöyle anlatır: "Babam, Abdüsselâm’ın derslerine devâm ettiğinde dershânenin en arkasında otururdu. Abdüsselâm, talebelere; “Allahü teâlâ hatırlanıp zikir |
yapılırken, dilin zikir yapması hakîkî midir, değil midir?" diye sordu. Babam da kalkarak; "Efendim! Zikir, unutmanın zıddıdır, yâ. ni hatırlamaktır. Unutmanın yeri ise, lisan değil kalbdir. Bu sebeple, bu iki zıt şeyin bulundukları yer, kalb olur" dedi. İbn-i Abdüsselâm bu sözü kabûl edip, çok beğendi.
Şerîf Tlemsânî, fıkıh, kelâm ve usûl ilimlerinde ihtisâsını tamamladı. İctihâd derecesine kavuştu. Tasavvuf ilminde, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit mâ-rifet bilgilerinde âdetâ bir deryâ gibi oldu. Akılları hayrete düşürecek derecede ilimlere sâ-hib bir âlim olarak memleketine döndü.
Âlim olunca, Magrib'de dîn-i İslâmî ihyâ edip, bid'atleri ortadan kaldırmak için bütün gücüyle çalıştı. Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesini yaymakta çok gayret gösterdi. Zamânındaki sultanlara emr-i mârûf ve nehy-i münker yapar, Allahü teâlânın emirlerini bildirerek, yasaklarından da kaçınmalarını sağlardı. Tlemsân da ders okutmağa başlayınca, etraftaki şehirlerden pek-çok talebe geldi. Ehl-i sünnet îti-kâdını her tarafa yaymağa başladı. Herkes onun talebelerine çok kıymet verip, saygı gösterirlerdi.
Yetiştirdiği talebelerinin içinde en meşhûrlarından biri, oğlu Ebû Muhammed, kırâat âlimlerinden Şâtıbî ve meşhur tarihçi, İbn-i Haldûn'dur. Ayrıca İbn-i Zemrek,
226 Evllyâlar AnsiklopMİisi
ŞERİF TLEMSÂNİ
İbrâhim-i Sagrt, Ebû Abdullah-i Kaysî, Ibn-i Abbâd, İbn-üs-Sek-kâk, İbn-i Muhammed bin Ali, İb-râhım el-Masmûdî de ünlü âlimlerdendir. Talebelerinin her biri, ilimde, ahlâkta ve fazilette diğer insanlara örnek olmuşlardır.
1352 senesinde Tlemsân Sultânı vefât edince, yerine oğlu Ebû Inân geçti. Ebû İnân, âlimlere saygılı bir zât idi. Şerif Tlemsânî hazretlerini kendi ilim meclisine alıp, yanından ayırmaz oldu. Yolculuklara gittiğinde dahî yanında götürürdü.
Ebû Yahyâ el-Matgânî anlatır "Âlimler, Sultan İnân'ın huzû-runda toplanmışlardı. Sultan, Fa-kîh el-Makkârî'nin tefsir okutmasını isteyince, o; "Şerif Ebû Abdullah varken, benim tefsir okutmam uygun olmaz. Bu işe benden çok o lâyıktır" dedi. Sultan; "Sen Kur'ân-ı kerîmin tefsirini İyi bilirsin" dediyse de, Fakîh el-Makkârî, Ebû Abdullah'ı çok övdü. Oradaki âlimler, el-Makkârî'nin insâfına şaştılar. Neticede Ebû Abdullah, sultânın sarayında tefsir dersi vermeye başladı. Hattâ bir defâsında sultan, oturduğu kürsüden inip, diz üstü çöktü. Bu hâl, orada bulunanları hayrete düşürdü. Ders bitince sultan; "İlmin, Şerif Ebû Abdullah’ın saçla-nnın dibinden fışkırdığını görüyorum." dedi. Sonra Kâdı Festâlî, Ebû Abdullah'ın yanına gelip, anlattıklarını yazmasını istedi. O da; Bu anlattıklarım filân kitaplarda vardır." diyerek, kitaplann isimle-
rini saydı. Kâdı Festâlî bu bilgilerin çalışarak kazanılan bilgilerden olmadığını, Allahü teâlânın kalbe ihsân ettiği bilgilerden olduğunu belirtti. Ebû Abdullah hazretleri, böyle yıllarca sultanlann huzûrun-da tef^r okuttu.
İbn-i Merzûk diyor ki: "Ebû Abdullah, Tûnus’a gittiği zaman, bu aynlığına üzülmüştüm. Yalnız oradaki insanların, Ebû Abdullah gibi bir âlimi görebileceklerini düşünerek Rabbime hamdettim."
Ebû Abdullah, fıkıh usûlüne dâir Mlftâh-ul-Usûl fî Binâ-il-Fü-rû isimli eseri yazdı. Kazâ ve kadere dâir herkesin anlıyabileceği bir tarzda yazılmış eseri de vardır. Bu kitap, bütün Magrib âlimlerinin bu konuda temel kitabı oldu. Bu kitaba Yahyâ er-Rahûnî bir tenbih yazdı ve çeşitli sorular ve cevaplar ekliyerek genişletti. Vakitlerinin büyük bir kısmını talebe yetiştirmekle geçiren Şerif Tlemsânî, kitap yazmaya pek vakit bulamadı. Buna rağmen, yazdığı eserler, onun ilminin yüksekliğini ortaya koymaktadır.
Ebû Abdullah Muhammed bin Amed Şerif et-Tlemsânî hazretleri, gâyet yakışıklı, ağırbaşlı, cömert ve nâzik bir zât idi. Gösterişe kaçmadan ve İslâmın şerefini, vekannı korumak için, güzel ve kıymetli elbiseler giyerdi. Çok halim selim bir zât olup, işlerinde hep orta yolu gözetirdi. Sözlerinin karşıdaki kimseye tesir etmesi gâyet fazla idi. Mürüvvet, iyilik, Ik-râm ve ihsân sâhibi, şefkatli ve
Evflyftlar Ansiklop«dtsi 227
ŞERİF TLEMSÂNÎ
merhametli bir zât idi. İnsanlara doğru yolu göstermek, onların ebedî saâdete kavuşmalanna ve-sîle olmak için çok gayret ederdi. Bu çalışmalarında karşılaştığı sıkıntılara sabreder, hiç kızmazdı. Sinirlenecek olsa, hemen kalkıp abdest alırdı. İnsanlarla çok iyi geçinirdi. Devamlı tatlı dilli, güler-yüzlüydü. İnsanların ihtiyâçlarını giderirdi. Âile efrâdının nafakalan-nı gâyet geniş tutar, onlardan bir şeyi kısmazdı. Misâfirlerine de çok ikrâmda bulunurdu. Talebelerine de güzel yemekler yedirirdi. Evi, âlimlerin ve sâlihlerin toplandığı bir yerdi. Kendilerinden ilim öğrendiği hocaları bile, onun yüksekliğini, üstünlüğünü konuşurlardı. Hattâ bunlardan İbn-i Abdüs-selâm; "Magrib beldesinde bunun gibi birisinin daha bulunduğunu zannetmiyorum." demiştir. Ibifî de; "Şerîf et-Tlemsânî, benden ilim öğrenenlerin en akıllı olanı ve en çok ilim öğrenenidir." dedi. Başka bir defâ da dedi ki: "Doğudan ve batıdan gelen çok kimse, benden ders okudu. Bunlar içinde en başarılı olan, Ebû Abdullah Şerîf'tir. Onun aklı ve ilim öğrenmekteki gayreti, hepsinden çok idi." Büyük âlimlerden olan İbilî, talebelerine ders okuturken, müşkil ve anlaşılamayan ince bir mesele çıksa, bunun halli İçin; "Ebû Abdullah Şerîf'e gidiniz!" derdi. Allahü teâlâ onun muhabbetini insanların kalblerine koymuştu.
Onu tanımayan bir kimse dahî görse, sevgisini hemen hisse-
der, kalbi onun muhabbetiyle dolardı. Sultanlar, devlet idârecilen, ilmine hürmet göstenr ve üstün tutarlardı. Hattâ Tlemsân'a sultan olan Ebû Hamîs bin Abdürrah-mân, ona kerîmesini (kızını) nikâh ederek verdi ve bir medrese yaptırıp, Ebû Abdullah Tlemsânî'ye teslim etti.
Ebû Abdullah, mazlûmların ve muhtaçlann sığınağı idi. Onlara çok yardımlarda bulunurdu. Bir defâsında zamanın sultânı, fıkıh âlimi bir zâtın dövülmesini emretmişti. Bunu haber alan Şerîf Tlemsanî, sultânın yanına giderek; "Bu zât, her ne kadar senin nazarında küçük ve hatâlı gibi görünse bile, Allahü teâlânın ve insanların nazannda büyük bir kimsedir. Sen ona böyle bir cezâ vermekle hiç de iyi etmiyorsun" dedi. Bunun üzerine sultan, o kimseyi cezâlandırmaktan vazgeçti ve o zât serbest bırakıldı.
Gündüzleri hiç boş durmayan Ebû Abdullah hazretleri, gecelerini de boşa harcamazdı. Gecenin üçte birlik bölümünde uyuyarak, üçte birinde Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâyı zikrederek ve kalan üçte birini de namaz kılarak geçirirdi. Gece namazlarında Kur'ân-ı kerîmden sekiz hizb okurdu. (Bir hizb, bir cüz'ün dörtte biridir.) Aynı şekilde, sabah na-mazlannda da sekiz hizb okurdu. Kur'ân-ı kerîmi bu şekilde okuyarak, namazda hatmederdi. Talebelerine de tefsîrden bir hizbi in-celiyerek öğretirdi. Devamlı ola-
ŞERİF TLEMSAnI
fak Mimle meşgul olurdu. Bir defâ-sında, altı ay müddetle çocuklan-nı hiç görmedi. Çünkü, sabah erkenden çıkıyordu. Çocuklar bu sırada uyuyorlardı. Akşam da çok geç geliyordu. Çocuklar da yine uyumuş oluyorlardı.
Yemeye, içmeye düşkün olmayıp, rızık endişesi hiç aklına gelmezdi. Ramazân-ı şerîfte, iftarda ikrâm edilen yemekten birkaç lokma alır, vakit kaybetmemek için ilim tedrisâtına devâm ederdi. Bu şekilde çalışmalarını sahura kadar sürdürür, yine bir-iki lokma ile sahur yemeğini de yemiş olurdu.
Ebû Abdullah Şerîf Tlemsânî,
Kur'ân-ı kerimde Al-i İmrân sûresi yüz yetmiş birinci; "Onlar Allahü teâlâdan gelen bir nîmet ve daha üstün bîr ihsân sebebiyle sevinirler ve müminlerin mükâ-fâtını cenâb-ı Hakk'ın zâyi etmediğini yakînen bilirler.” meâ-lindeki âyet-i kerîmesini tefsîr ederken, hastalandı. Bu rahatsızlığı on sekiz gün sürdü. 1370 (H.771) senesi Zilhicce ayının dördüncü gününe rastlayan Pazar günü vefât etti.
Oğlu Ebû Yahyâ anlatır "Babam hastalandığında, Kur'ân-ı kerîmi öpüp, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; "Allah'ım! Beni bu mü-bârek Kur'ân-ı kerîminle dünyâda
EKSİK KESE
Ebû Abdullah Şerîf Tlemsânî, emânete çok riâyet ederdi. Bir defâsında Kusantine kâdısı Haşan bin Bâdis, bir kese altını Ebû Abdullah’a emânet bırakmıştı. 0 da evine koydu. Sâhibi isteyince, keseyi vermek üzere gelip evden aldı. Kesenin üstünde ”Yüz altın" diye bir yazı bulunuyordu. Kesedeki altınlara bir ziyân olmuş mudur? düşüncesiyle, keseyi açtı. Saydığında, yetmiş beş tâne olduğunu gördü. Eksilmiş diyerek, gidip kendi altınlarından yirmi beş tâne ilâve etti. Keseyi sâhibine teslim etti. Bir-iki gün sonra altın sâhibi olan kâdı, tekrar Ebû Abdullah'a gelip; "Kesede yetmiş beş altın olması lâzım gelirken, yüz altın çıktı, hikmeti nedir?" diye sorduğunda, o da; "Keseyi senden aldığımda, içindekileri saymamıştım. Sana verirken, kesenin üstündeki yazıyı görünce saydım. Eksik geldiğini görünce, yirmi beş altın koyarak yüze tamamladım. Bu yirmi beş altını kaybettiğimi zannetmiştim" dedi. Bunları işiten Kâdı Hasan'ın gözleri yaşardı ve böyle insanların yeryüzünde olmasından dolayı Allahü te-âlâya şükretti.
Evliyftlar Ansiklopedisi 229
ŞERfFZADE MEHMED EFENDİ
azîz eylediğin gibi, âhirette de azîz eyle!" diye duâ etti."
Vefâtından sonra, sâlihlerden biri, Şerif hazretlerini rüyâsmda görüp; "Nasılsın, neredesin?" diye sorunca, o da; “Herşeye gücü yeten, herşeyin mâliki yanında rahmete kavuştum" diye cevap verdi.
1)Mu‘ce-ül-Mueilıfin; c.8, s.301
2)Bustdn; s. 164
3)Neyl-ül-jbtIhâc; s.255
4)El-A'lâm; C.5. S.327
5)Ta'rif-ül-Halef; c.1, s.110, 113
6)İslâm Alımlen Ansiklopedisi; c.11, s.63
ŞERÎFZÂDE MEHMED EFENDİ; On yedinci asır müderrislerinden ve velî. 1553 (H.960) yılında Eğridir'de doğdu. 1630 (H.1040) da vefât etti.
Babası Kâdı Şerîfî Efendi, dedesi ise büyük âlim Şeyh Burhâ-neddîn Efendidir. Soyu ve nesebi Resûlullah efendimizin torunlarından hazret-i Haşan'a ulaşır. Küçük yaştan îtibâren ilimde yüksek olan — dede ve babasından dersler aldı. Okul çağına geldiğinde mürşit ve ^locasından feyz alacak, okuduğunu anlayacak duruma ulaştı. Sonra Şeyhülislâm Zekeriyyâ Efendinin derslerine katıldı. Zahir ve bâtın ilimlerinde ilerledi. Ondan icâ-zet, diploma aldıktan sonra 1582 yılında günlük yirmi beş akçe ile Edirne Medresesi müderrisi oldu. 1599'da Gazan ferağa Medresesi müderrisliğine getirildi. Sonra sıra-
sıyla Üsküdar. Vâlide Sultan. Halep. Galata, Şam, Mekke-i müker-reme, Mısır-Kâhlre ve Bursa medreselerinde müderrislik yaptı. Sultan Dördüncü Murâd Hanın tahta çıktığı sene (1623) Anadolu kâdı-askeri oldu. Kendisini çok seven ve takdir eden Dördüncü Murâd Han ertesi yıl onu, Osmanlı devlet teşkilâtında seyyidlerin ve şeriflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleri ile ilgilenen Nakîbü'l-eşrâflık müessesesinin başına getirdi. 1625 yılında ise askerî en büyük kâdılık makâmı olan Rumeli Kâdiaskerliğine getirildi. Fakat çok geçmeden bu görevinden ayrılarak tekrar Nakîbü'l-eşrâf oldu. 1629'da bu büyük mevkiini de as-nn en kıymetli kâdılarından amca-zâdesi Şeyh Efendiye bırakarak, kendini tamâmen ibâdet ve zikre verdi. 1630 (H.1040) senesinde de rahmet-i rahmâna kavuştu. Kabri İstanbul'da Eyüp Sultan Türbesi civârındadır.
Şerîfzâde Mehmed Efendinin Menâkıb-ı Evliyâ, Menâkıb-ı Âl-i Ârifîn ve Merâtıb-ı Kâşifin isimlerinde birincisi Türkçe diğer ikisi Farsça olmak üzere üç eseri vardır. Bu eserler Osmanlı devri Mâliye Nâzırlarından Eğridirli Nafiz Paşa ve Hacı Mahmûd Efendi tarafından çoğaltılarak, İstanbul Sü-leymâniye Kütüphânesine vakfe-dilmiştir.
Şerîfzâde hazretleri Menâ-kıb-ı Evliyâ isimli eserinde, Allah dostları olan velîler hakkında şöyle demektedir:
230 Evfiyâiar Ansiklopedisi
ŞERÎFZADE MEHMED EFENDİ
Ş«rffzftd« M«hm*d Efendinin müderrislik yaptığı İstanbul Gazanferağa Medresesi.
"İleriyi gören, hakkı bâtıldan ayıran akıl sâhipleri ister sultan, ister hâkan, ister derviş, ister vezir, ister bengin isterse fakir olsun, kerâmetleri anlatılan evliyâ hakkında temiz niyet ve doğru îtl-kâd sâhibi olmalı. Onların kerâ-met ve evliyâlığma inanmalı, rû-hâniyetlerinden yardım istemelidir. Haklarında gösterilen bu hüsn-i niyet sebebiyle himmetlerine ve sıkıntı ânında imdâdlarına kavuşulur, dünyevî ve uhrevî mu-râdlanna nâil olunur.
Evliyâ-yı kirâmın menkıbeleri anlatıldığı ve isimlerinin anıldığı yerde, mecliste onların rûhâniyet-lerinin hazır olduğunda şüphe yoktur. Hattâ âlimler, büyük velîlerle Silsile-i aliyyenin isimlerinin anıldığı mecliste yapılan duâ makbul olur, demişlerdir. Esas
hikmet, onlar hakkında iyi îtikâd sâhibi olmaktır. Yeter ki onlara inanılsın.
Zamânımızdaki kutupların, velîlerin de hazır bulunduğu gazâ-lara, vefât etmiş bulunan ricâl-i gayb, evliyâullah da katılarak yardımcı olur. Bu îtibarla devlet adamları, pâdişâhlar bu nîmetin kadrini bilip adâlete meylederek, zulüm ve haksızlıkların define ve zâlimlerin kökünü kazımaya gayret sarfetmelidir. Aksi halde zaman zaman devlet ileri gelenlerinin fukarâ ve zayıflara ettikleri pekçok zulüm ve haksızlık, ayrıca bizim kötü işlerimiz ve günahlan-mız sebebiyle, zafer ve nusret diğer tarafa döner. Her ne kadar evliyâullahın İslâm askerini kırması söz konusu olmasa da, Allahü teâlânın irâdesi diğer tarafın ka-
Evllyâlar Ansiklopedisi 231
ŞEYH ABDULLAH BEYTÛŞÎ
zanması yönünde olunca, ricâl-i gayb bunlara yardım etmediği gibi, bâzan; "Ey kâfirler! Şu fâcırlen, âsileri, günabkârlan öldürün." diye hitâb etmişlerdir. Pekçok zulüm ve ısyanlan sebebiyle ehl-i İs-lâma olan gadab-ı İlâhîyi bildirmek için kâfirlere böyle hitâb edip müslümanlardan nice kimseye de işıttirmişlerdir. Tâ ki bâzı gâfiller , bu sırra şâhıd olup uyansınlar, ibret alsınlar. Mûteber tasavvuf ki- i taplarında bu mânâda pekçok , söz ve menkıbe vardır. Nitekim ! hazret-i Ömer efendimizle ilgili bir i menkıbe şu şekildedir;
Hazret-i Ömer zamânında Şam şehri civânnda bir kal'a mu-hâsara edildi, öğleye kadar kal'a fethedilemedi. Hazret-i Ömer ga-daba geldi. İslâm askerlerini huzû-runa çağırdı. "Kal'a henüz fethedilemedi. Kâfirler, İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. ' Aranızda birisi bir hatâ yapmış ol- I masın." buyurdu. Askerler hayret ; edip, tövbe ve istiğfâr etmeye | başladılar. O sırada bir kişi ağla- | yarak hazret-i Ömer'in huzûruna I geldi. "Yâ Emîrü'l-müminîn! Bu | gece teheccüde kalktığım zaman | karanlık olduğu için misvâkımı arayıp bulamadım. Misvaksız namaz kıldım. Sizin aradığınız hatâ budur." dedi. Hazret-i Ömer; "Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et!" buyurdu. Bir saat sonra kal'a fetholundu.
Bu sebeple pâdişâh efendimiz hazretleri de (Üçüncü Meh-med Han) Allahü teâlâya iyi te-
vekkül edip, zulmu def ve adâletı yaymaya çok gayret etmelidir Gerek kendileri, gerekse vezirler ve vekilleri tarafından Allah adamlarından birini üzmeyeler Yoksa müşkil bir iş tam olmaya yüz tutmuş iken tehire ve gecikmeye sebeb olur.'
1)Eğridir FeMcAbad Târihi: s.90-91
2)Mecmau't-Tofftcım; s.90
3)Sicill Osmânî; c.3, s. 141
4)Târih-CoOrafya Yazmaları Katalo))u;
S.507
ŞEYH ABDULLAH BEYTÛŞl; Irak'ta yetişen evliyâdan. İsmi Abdullah bin Molla Muhammed Beytûşî'dir. 1722 (H.1135) târihinde Beytûş'ta doğdu. 1795 (H.1210) târihinde Basra'da vefât etti. Hasan-ı Basrî hazretleri kabristanlığına defnedildi.
Abdullah Beytûşî küçük yaşta ilim tahsiline başladı, önce Kur'ân-ı kerîmi hatmetti. Sonra öncelikle okunması âdet olan kitapları okudu. Babasının ders okuttuğu medresede din ve fen ilimlerini tahsîl etti. Oradaki talebelere ders okutmaya başladı.
Abdullah Beytûşî babasının vefât etmesiyle medreseden ayn-lıp Sencevî köyüne gitti ve orada Molla Muhammed bin el-Hac'a talebe oldu. Uzun zaman yanında kalıp kendisinden çok istifâde etti. Daha sonra Mâverân’da Mev-lânâ Sıbgatullah Hayderî'den tahsilini tamamladı. İcâzet aldı ve
ŞEYH ABDULLAH EL-FAİZ DAÖISTÂNÎ
memleketi olan Beytûş'a döndü. Bir müddet ikâmetten sonra, kardeşi Molla Mahmûd ile birlikte bâzı sebeplerle Bağdât'a gittiler.
İlim âşığı iki kardeş, Bağ-dât'ta henüz oraya gelmiş bulunan Sıbgatullah Efendiyi ziyâret edip sohbetlerinde butundular. Sonra da sırasıyla Basra, Kuveyt ve bütün sâhil boyu şehirlerini ziyâret ettiler. Ahsâ şehrine geldiklerinde kardeşi Molla Mahmûd buradaki medreselerden birine tâyin edildi ve ders okutmaya başladı. Şeyh Abdullah da, bölge hâkimi Şeyh Arar'ın ricâsıyla başka bir medresede vazîfe aldı. Bir müddet buralarda ilim okuttular ve eser yazmakla meşgûl oldular.
Abdullah Beytûşî bir ara memleketi olan Beytûş'a döndü. Yakınlannı ve sevdiklerini ziyâret-ten sonra Basra'ya gitti ve orada Rahmâniyye Medresesinde ders okuttu.
Ahsâ beldesine yerleşen Abdullah Beytûşî, ömrünü ilim öğretmekle ve ibâdetle geçirdi. Van-nı yoğunu tâliblehne ve fakirlere sarf etmişti. Kifâye adıyla meşhûr manzum eseri vardır.
1) Ulemâünâ fî Hidmet-il-İlml Ved'dîn; 8.341)
ŞEYH ABDULLAH EL-FÂİZ DAÖISTÂNÎ; Anadolu’da yetişen velîlerden. 1860-70 seneleri arasında Dağıstan’da doğdu. Dokuz yaşlannda iken Şeyh Şâmil’in
Puslar tarafından esir edilmesinden sonra âilesi İle birlikte Anadolu'ya gelerek Bursa civânnda Elmaköy’e (şimdiki ismi Güney-köy) yerleşti. Bursa’ya yerleştikten bir süre sonra babası Mu-hammed Ali Efendi vefât etti. Küçük Abdullah’ı birlikte hicret ettikleri Nakşibendiye yolunun büyük-lennden Şeyh Şerâfeddîn Efendi himâyesi altına aldı.
Şeyh Abdullah Efendi hocası Şerâfeddîn Efendinin sohbetlerinde olgunlaşıp yetişti. Hocasının emri üzerine beş sene kadar halvete girdi. Günde yedi zeytin ile kamını doyurarak ve yaz-kış günde 6 defa soğuk su ile gusül ab-desti alarak riyâzet ve mücâhe-desini tamamladı. Hocası ile birlikte Balkan harbine ve Çanakkale savaşlanna katıldı. Hocası Şerâfeddîn Efendinin vefâtından bir sene sonra vasiyeti üzerine Şam’a hicret etti.
Şeyh Abdullah Efendi vefâtı-na kadar Şam’da insanlara doğru yolu anlatmaya ve ilim tâliblerine ilim öğretmeye çalıştı. Çok cömert ve cesâretli idi. Kendi işini kendi görür, ev halkına yardım ederdi. Kerâmet göstermekten çok sakınırdı. Sohbeti çok uzun sürse bile dâimâ İslâmiyetten bahseder bir söylediği sözü bir daha tekrar etmezdi. Sohbetlerini dinleyenler hiç sıkılmazdı.
Şeyh Abdullah Efendi 1973 (H.1393) senesi Ramazan ayında vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî Camiinde talebesi ve halîfesi Şeyh
de Allaha teâiâ meâien, ____azretlerinin yakınına defnedilmesini vasiyet etmişti. Vefât ettiğinde kabristanın biraz uzak yerine defnetmışlerdi. Bir gece büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretten o beldenin Na-kîbu'l-eşrâfı (Peygamber efendimizin neslinden gelen kimselenn işleriyle ilgilenen kimse) olan zâta rüyâsında Şeyh Abdurrahmân Ebü'l-Vefâ'nın nâşının defnedildiği yerden kaldırılarak, kendi türbesi yanına defnedilmesini emretti, Nakîbü'l-eşrâf uyandığında rü-yâdır diye önem vermedi. Ancak Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî İkinci ve üçüncü defâ Nakîbü’l-eşrâfın rüyâsına girdi. Son defâsında elindeki asâ ile Şeyh Abdurrahmân Ebü'l-Vefâ hazretlerinin kabir yerini işâret buyurdu. Nakî-bü’l-eşrâf ertesi sabah gördüğü rüyâyı anlatınca, kabri nakledilerek bildirilen yere defnedildi.
1) Sırâcü’l-Kulûb; s.34, 35
ŞEYH ABDURRAHMÂN EŞ-ŞÂVİRÎ; Anadolu velîlerinden. 1899 (H.1317) senesinde Eruh’a bağlı Şavira köyünde doğdu. Hazret-i Ömer’in neslindendir. 1974 (H.1394) senesinde Silrt’e yaptığı bir ziyâret sırasında vefât etti. Kendi köyü Şavir’de defnedildi. Tahsil çağına gelince önce babasından okudu. Babası birinci dünyâ savaşından hemen önce vefât etti. Ailenin yaşça en büyüğü olduğundan âilesini geçindir-
mek için tahsili terketmek zorunda kaldı. Yirmi yaşında evlendi. Ancak tahsil yapamadığı için câhil kalmaktan çok üzgündü. Her şeye rağmen tahsile karar verdi. Bu durumu hanımına söyleyince, hanımı buna râzı olmadı. Bunun üzenne hanımından aynidı. Tahsile başladı, önce Nivili’deki Molla Yahyâ’nın yanına gidip ondan ders aldı. Sonra Güveş'e gidip bir müddet de Molla Muham-med'den ders aldı. Ardından Fâri-kîn'de Tivanikli Molla Zâhir'e gitti. Bu zâttan ders aldığı sırada Molla Câmî kitabını okurken, dedesi Şeyh Abdullah'ı rüyâsında görürdü. Dedesi ona metin okurdu. Şerh-ül-Akâid Kitabına kadar geldiğinde teberrük için iki veya üç dersi de, Feth-ül-Celîl Şerhu Mutavvel-il-Hıbrî Molla Halil kitabının müellifi küçük Molla Haşan'dan aldı.
Bu tahsilden sonra tasavvuf-Xa Nakşî yolu şeyhlerinden Şeyh İbrâhim Halebi hazretlerinin yanına gidip ona talebe oldu. Bu hocasından hem ilimde hem de tasavvufta icâzet aldı. Hocasının vefâtından sonra Van’da bulunan Şeyh Ramazan hazretlerine tâbi oldu.
Şeyh Ramazan Efendiye tâbi olmasının sebebi şöyledir; Şeyh Ramazan Efendi Siirt’te talebelerinden Hacı Receb’in evinde sohbet ediyordu. Sohbetinde sevgili Peygamberimiz Muhammed aley-hisselâmı medhediyor ve medhini şiir şeklinde söylüyordu. Bu soh-
Evliyftlar Ansiklopedisi 235
ŞEYH ABDURRAHMAN EŞ-ŞAVİRÎ
bette Şeyh Abdurrahmân da var- ^ dı. Bir ara Şeyh Ramazan Efendi- , ye; “Resûlullah'ı öyle medhedi- ! yorsun ki sanki karşınızda görüyor gibisiniz." dedi. "Evet Resû- j lullah’ı görüyorum." deyince; "Biz bunca yıl ilim tahsili ile meşgul ol- ı duk göremedik. Siz nasıl görü- , yorsunuz." dedi. “Resûlullah’ı ı görmek istiyor musunuz?” diye | sordu. “Elbette görmek isterim." dedi. Sohbet bitip cemâat dağıldıktan sonra gusül abdesti almasını söyledi. Sonra yanına oturup; “Gözlerini kapa." dedi. Anında kendini Medîne-i münevverede Şeyh Ramazan Efendi ile birlikte Resûlullah’ın huzûrunda buldu. Peygamber efendimiz Şeyh Ab-durrahmân’a oturmasını Şeyh Ramazan’a da huzurda bulunanlara su dağıtmasını emir buyurdu.
Şeyh Ramazan Efendinin bu kerâmetini görünce; “Vallahi bütün İnsanlar benden yüz çevirse, ben Şeyh Ramazan hazretlerini terk etmem.” diyerek ona talebe oldu.
Talebelerinden Sûfi Nûreddîn şöyle anlatmıştır: “Şeyh Abdurrahmân hazretleri bir sene hacca gitti. Ben de kendisiyle gitmek istedim, fakat bana; “Bu sefer benimle gelme. Allahü teâlâ izin verirse gelecek sene gidersin. Tabi nasib olursa, nasib olmazsa o başka." buyurdu. Fakat nasib olmadı gidemedim. Üçüncü sene hocam Şeyh Abdurrahmân hazretleri gitmediği için bana yine nasib olmadı. Bu sefer bana buyurdu ki: “Benimle hacca gitmen
236 EvUyiiar Ansiklopedisi
nasib olmadı. Fakat Inşâallah öyle birisiyle gideceksin ki kesinlikle derecesi bizden aşağı değildir." Aradan yirmi seneye yakın zaman geçti. Siirt’ten zamânın meşhur zâtlarından Seyyid Tâhir’in kala-balık bir kâfile ile hacca gideceğini duydum. O sıralarda geceleri rüyâmda hep hocam Şeyh Abdurrahmân hazretlerini gördüm. Bana; “O vakit geldi!" buyurdu. Bunun üzerine derhal hazırlanıp Sürfe gittim. Seyyid Tâhir hazretlerini ziyâret edip, kendileri ile birlikte hacca gitmek istediğimi söyledim. Bana hemen pasaportu hazırlamamı söyledi ve; “İnşâalla-hü teâlâ bizimle geleceksin." dedi. Hazırlığımı tamamladım ve Seyyid Tâhir hazretleriyle birlikte hacca gittim.”
Bir talebesi de şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında namaz kılmak için kalkmıştık. Namaza duracağımız sırada; “Herkes hocamın kerâmet sâhibi olduğunu söylüyor. Keşke ben de bir kerâ-metlni görseydim.” diye kalbimden geçirdim. Tam bu sırada bana dönüp; “Oğlum neden rahat durmuyorsun?” buyurdu. Böylece kalbimden geçeni okuyup kerâ-metinl gösterdi.”
Resûlullah’ın ahlâkı ile ahlâk-lanmıştı. İnsanlara İyi muâmele ederdi. Son derece mütevâzi idi. Evine gelen misâfirlerin ve talebelerinin hizmetini kendisi görür, devamlı tebessüm ederdi, ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi.
İstanbul evliyâsından, Kocamustafapaşa Bezirgan Tekkesi ikinci şeyhi. Haivetiyyc yolunun Ramazaniyye kolunu kuran Ramazan Mahfî Efendinin oğludur. Babasının vefatından sonra yerine geçti. Fakat kısa süre sonra 1617 yılında vefat etti. Kabri, Kocamustafa-şa da Ramazan Efendi Câmiinin yanındaki babasının türbesinin arkasında bulunan küçük kabristandadır.
ŞEYH ABDÜLKÂDİR KÂNÎ; Irak'ta yetişen velîlerden. İsmi. Abdülkâdir bin Şeyh Abdurrah-mân'dır. Âlimlerin hocası adıyla şöhret buldu. 1863 (H.1280) târihinde Kânîkeve'de doğdu. 1919 (H.1338) târihinde Biyâre'de vefât etti. Hocası Şeyh Ömer Rızâüd-dîn hazretlerinin kabri yanına defnedildi.
Molla Abdülkâdir küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Memleketindeki müderrislerin önde gelenlerinden Seyyid Kâk Ahmed,
Molla Abdurrahmân, Molla Ahmed Nûdişî ve başkalarından okuyup icâzet (diploma) aldı. Kü-cekcermû'daki Seyyid Muham-med Saîd Medresesine müderris olarak tâyin oldu. Bir müddet sonra evliyâ bir zât olan Şeyh Ömer Rıdâüddîn ona haber gönderip Biyâre'ye gelmesini ve buradaki medres^e ders vermesini istedi. Bu haber üzerine Molla Abdülkâdir, kendisine hakkı geçmiş olan hocalarıyla helâileşip, Biyâre'ye geldi. Biyâre Mescidin-
Evfiyilar Ansiklopedisi 237
ŞEYH ABDOLKADİR MUHACİR
de ders vermeye başladı. Bu sırada Şeyh Ömer Rıdâüddlh hazretlerinin mânevî terbiyesırKte yetişti. Şeyh Ömer, kızı Fâtıma'yı Molla Abdülkâdır e nlkâhladı. Molla Abdulkâdir, mucâhede ve riyâzet-lerde bulundu. Nefsini ıslâh ile meşgul oldu. Kemâle erince, hocası onu yerine vekil bırakıp Nakşibendî yolunun edeplerini insanlara öğretmekle vazifelendirdi. Molla Abdulkâdir böylelikle ilim ve tasavvuf olmak üzere iki nî-metle şereflendi. Duâları makbûl olup, güzel halleriyle meşhûr oldu. Sohbet ve derslerinde birçok âlim ve evliyâ yetişti.
Irak Müftîsi Şeyh Kâsım Kıy-sî, Molla Fettah Hattı, Molla Na-sûh Kerkükî, Molla Abdullah Abî-dî, Molla Muhammed Saîd Abîdî, Molla Abdurrahîm ve başkaları yetiştirdiği büyük âlimlerdendir.
1) Ulemâünâ fî Hidmet-ıl-İlmi Ved'dîn; S.306
ŞEYH ABDULKADIR MUHACİR; Irak'ta yetişen evliyâdan. İsmi Şeyh Abdülkâdir bin Muhammed bin Saîd bin Ahmed'dir. Hicret etmesi sebebiyle Muhâcir dendi. 1796 (H.1211) târihinde Senendec beldesinde doğdu 1886 (H.1304) târihinde Süleymâ-niye beldesinde divan da vefât etti. Mescidi yakınındaki tepeye defnedildi.
Şeyh Abdülkâdir, fazîlet sâhi-bi baba ve amcaları tarafından
238 EvüyÜT AnsHdopsdisi
ilim ve edob üzere yetiştirildi. Babasının vefâtından sonra da yen-ne geçip, talebelere ders verdi. Memleketinde ortaya çıkan fitneler sebebiyle hicret etti ve Irak m Süleymâniye beldesine yerleşti İlimdeki derecesini önceden duymuş olan halk, onu büyük bk hürmetle karşıladı. Ona ve âile efrâ-dına izzet ikrâmda bulundular. Mescid-I AK Nizâmî adı ile bilinen mescidde ikâmet ettiler.
Şeyh Abdülkâdir burada Alla-hü teâlânın kullarına ilim ve edeb öğretti. Belde vâlisi de bundan çok memnun oldu. Takrîb-ül-Merâm Şerh-i Tehzîb-il Kelâm kitâbı ile birlikte bir mektup yazıp OsmanlI Pâdişâhı Sultan Abdül-mecîd Hana arz etti. Mektup ve kitap sultana ulaşınca, Abdülme-cîd Han bundan çok memnun oldu. Hemen bir ferman yazdırıp Şeyh Abdülkâdir ve âilesi için maaş bağlanmasını emretti.
Sultanın cevâbî mektûbu şöyle oldu: "Mektûbuma besmele ile başlıyorum. Allahü teâlânın selâmı üzerinize olsun. Eseriniz faziletinizi göstermektedir. Muzaffer askerimiz Sivastopol'e girişi gününe tesâdüf eden mektubunuzun gelişini hayra yorduk. Geçiminiz için kâfi gelmezse bu harp meşgâlesinden sonra bize bildiriniz. Bizi duâdan unutmayınız, selâm ederiz."
Şeyh Abdülkâdir hazretleri, Mescld-i Ali Nizâmî'de İnsanlara hak yolun bilgilerini öğreterek on-lan irşâdla meşgûl oldu. Çok taie-
9EYH AHMED EFENDİ
tf y«ftlştlrdi. Kıymetti eeerler yaz* makla meşgûl oldu. Takr1b-ûl MerEm, İebAt-üi Vâcib, Ta HkAt, Er-RtaAlet-üi Kelâmiyye bunlardandır.
Vafâtından sonra hizmetlerini Him edep sâhibi oğullan Muham-med Saîd, Şeyh Abdülkerîm, Şeyh Mahmûd, Şeyh Ahmed de-vftm ettirdiler.
Oğullarından bilhassa Şeyh Abdülkertm babasının vefâtından sonra Süleymâniye'de bir mescid ve medrese yaptırıp burada ilim öğretmekle meşhûr oldu.
1) Ulamiünâ fî Hidm«t-il-İlmı Ved'dln;
• 306
ŞEYH AHMED AKVÂVÎ; On sekizinci asırda yaşayan meşhûr velîlerden. OsmanlI sultanlanndan Sultan Üçüncü Ahmed Hanla görüştü.
Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; “Sultan Ahmed'e git, Mora Adasını fethedeceğini müjdele. Hemen asker gönderip, orayı fethetsin.' buyurdu. Bunun üzerine İstanbul'a doğruca Pâdişâhın sarayına gidip huzuruna çıktı. HİÇ kimse ona mâni olmadı. Pâdişâha gâyet tesirli bir sesle; “Sultan Ahmed! Harekete geç! Ben Resûlullah'ın elçisiyim!' deyince, Sultan Ahmed derhal sefer hazırlığına başladı. Mora Adasını bütün çevresiyle birlikte üç ayda zaptetti.
Şehirli Ahmed Paşa Rumeli vâlisı olup. Manastır da ikâmet ettiği sırada Ahmed Akvftvf hazretleri ile eskiden dostluğu olduğundan dolayı onu dâvet etmişti. Sohbet sırasında vefüerden bâzı-lannın bâzı meyveler ortaya çıkardığından bahsedildi. Şeyh hazretleri o işler mârifettir, kerâmet değildir. Kemâl ehli arasında bu nevi işler makbul değildir * buyurdu. Sonra bir karpuz çekirdeği getirtip, ocakta yanan ateşin içine attı. Karpuz çekirdeği ateş içinde filizlenip büyüdü. Ateşten dışarı taştı. Koca bir karpuz kökeni oldu. Bir saat içinde karpuz yetişti. Bu karpuzu koparıp kestiler ve yediler. Çekirdeklerini ve kabuklarını ateşe atıp yaktılar. Sonra buyurdu kİ: “Bu gibi işler kerâmet değildir. Böyle şeylere aldanıp gönül vermeyiniz. Böyle şeyler riyâzetle de meydana gelebilir. Kemâl ehli böyle şeylerle meşgûl olmamalıdır."
1) Bahr-ül-Velâye, SüleymSnıye Kütüphâ-naci, H.Hüsnü Kısmı, No; 579, V.344-A
ŞEYH AHMED EFENDİ; OsmanlIlar zamânında Anadolu'da yetişen evliyâdan. Evliyânın büyüklerinden Emir Sultan hazretlerinin yoluna mensûbdur. Babası Abdurrahmân Efendi isminde bir zâttır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1529 (H.935) senesinde Bursa'da vefât etti. Kabri, Bursa'da Emir Sultan Câmii bahçesinin sağ tarafındadır.
Evliyitar AnsiklopMüsı 239
I
$EYH AHMED ŞEM8EDDIN
ayının yirmi yedmcı Pazartesi gecesi Bursa'da vefât etti Emir Sultan Câmıı bahçesinin sağ tarafında defnedildi
Şeyh Ahmed Efendi; uzun boylu, beyaz benizli, zayıf bedenliydi. Dünyâya ve dünyâ malına önem vermez, çok ibâdet eder, nefsinin istemediklerini yaparak, istediklerinden sakınarak riyazet ı ve mücâhede yapardı. Çok zayıf olduğundan beline üç dört kuşak kuşanırdı. Emir Sultan hazretlerinin j bildirdiği yol üzerine hareket ederdi. Çok Kur'ân-ı kerîm okur, Pey- ' gamber efendimizden bildirilen ı duâlan ve virdlerı, günlük vazifele- ! rinı devamlı söylerdi. Bu virdlerine ı ve vazifelerine yolculuk, kış, yağ- | mur demeden devâm ederdi. Yolculukta kâfiie hareket hâlinde de olsa virdini tamamlamadan, oku-yacaklannı okumadan hareket etmezdi. Ayrıca yolda giderken de Kelime-i tevhîd söylemeye devâm ederdi. Geceleri çok az uyur, günlerinin çoğunu oruçlu olarak geçirirdi. Sözleri pek tesirli olup, vâz vermek üzere kürsüye çıktığında cemâatten pekçok kimse ağlardı. Güzel halleri ve kerâmetlerı gerek sağlığında, gerekse vefâtmdan sonra devamlı anlatılırdı.
ŞEYH AHMED ŞEMSEDDİN; On dokuzuncu yüzyıl Irak velîlerinden. Büyük v^ Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin halîfelerinden Osman et-Tavilî'nIn dördür>-cü oğludur. Hacı Şeyh Ahmed Şemseddîn diye meşhur olmuştur. 1811 (H.1226) senesinde doğdu. 1890 (H.1306) senesinde vefât etti. Kabri Tavila'da babasının kabri yanındadır.
1)Gükiste-ı RiyâzH Irfİn; s.06
2)Vefeyât Baidırzftde (SüieymAniye Kütüp-hân«sı, Hacı Mahmûd Bölümü, No; 4560-4613)
3)Lemazât (Ünivarslt® Kütüphânası. No 1894)
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsil eden Şeyh Ahmed Şemseddîn; âlim, fazîlet sâhibi, zâhid, dünyâya önem vermeyen, çok ibâdet eden ve fakîh bir zât oldu. Zalm Suyunun yakınında bulunan Ahmedova köyünde yerleşti. Babası ona insanlara Islâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak hu-sûsunda icâzet verdi. Pekçok güzel halleri ve kerâmetlerı görüldü. Gecelerini teheccüd namazı kılarak, gündüzlerini oruç tutarak geçirdi. İlim ve mârifette yüksek bir ! velî oldu. Bir ara İstanbul'a gele-I rek Sultan Abdülmecîd Hanı ziyâ-I ret etti. Pâdişâhın ihsân ve iltıfâtı-I na kavuştu. Sultan Abdülmecîd i Han bu zâta Peygamber efendi-I mizin mübârek saçlanndan birkaç ! tel hediye etti. Sonra Hicaz'a gi-' derek hac ibâdetini yerine getirdi.
I Mübârek makamları ve sevgili ; Peygamberimizin sallallahü aleyhi ' ve sellem kabr-i şerifim ziyâret et-I ti. Memleketine dönünce İslâml-yeti anlatmaya devâm etti. Kendi-! si yüksek bir velî ve yol gösterici olmasına rağmen büyük kardeşi i Ömer ZIyâeddîn hazretlerine hürmeten ve ona olan edebinden
ŞEYH ALAEDDİN RÛŞENİ
dolayı irşâd kürsüsüne fazla oturmadı. Bu yüzden talebelennin sayısı azdır.
Birçok kerâmetleri görüldü. Talebelerinden Hacı Mehmed Emin Efendi onun şu kerâmetinı anlattı: Deniz yolu ile hacca gidiyorduk. Bindiğimiz gemi bir ara şiddetli bir fırtınaya tutuldu. Gemi batacak duruma geldi. Kaptan, yolcuları boşaltmak niyetiyle can kurtaran sandallarına yolcuların binmesini istedi. Yolcular sandallara binmek üzereyken Şeyh Ah-med Şemseddîn hazretleri kaptana seslenerek; "Korkma, bu gemiye hiçbir zarar gelmeyecektir!" buyurdu. Allahü teâlânın kudretiyle biraz sonra hava yumuşayarak fırtına dindi, ortalık durgunlaştı. Yolcular da kendilerine geldiler. Gemi ise yoluna emniyetle devâm etti. Kaptan, denizcilerle birlikte Şeyh Ahmed Şemseddîn hazretlerinin yanına gelip, ellerinden, ayaklarından öpmeye başladı. Ona talebe olup Nakşibendiyye yoluna girdiler. Bu hâdiseden sonra gemi kaptanı bu yüksek yolun has ve vefâlı yoiculanndan oldu.
Şeyh Ahmed Şemseddîn hazretleri 1890 senesinde ortaya çıkan salgın vebâ hastalığına tu-ıldu. Hastalığı sırasında büyük ırdeşi Şeyh Ömer Ziyâeddîn ıdı yanına geldi. Şeyh Ahmed yandığından ağabeyinden bir kar istedi. Ömer Ziyâeddîn İl, mevsim yaz olduğundan, yüksek dağların dorukla-
nnda bulunan kardan getirtmek için adam görxlerdi. Fakat giden şahıs geri dönmeden Şeyh Ahmed Şemseddîn vefât etti. Ömer Ziyâeddîn Efendi, gelen kardan bir avuç alarak ruhunu teslim etmiş olan Şeyh Ahmed in avucuna koydu. Bu sırada Şeyh Ahmed kan öyle sıktı ki, kar eridi. Orada bulunan Molla Şeyh Abdülkâdir. Ömer Ziyâeddîn Efendiye dönerek; "Şe^ Ahmed kalbiyle Allahü teâlâyı anıyor. O henüz ölmemiş-tir." dedi. Ömer Ziyâeddîn Efendi de Şeyh Molla Abdülkâdir'e; "Şeyh Ahmed'in ölümü böyledir." buyurdu.
Şeyh Ahmed Şemseddîn'in cenâze namazı kılındıktan sonra Tavila'daki babasının kabri yakınında defnedildi.
Şeyh Ahmed Şemseddîn hazretlerinin; Şeyh Hidâyet, Şeyh Abdullah, Şeyh Haşan isminde ilim ve fazîlet sâhibi oğulları vardı. Nesli devâm etmektedir.
1) Sirâcü'l-Kulûb; s.79
ŞEYH ALÂEDDÎN RÛŞENİ; Evliyânın büyüklerinden. İsmi Alâ-eddîn'dir. Ömer Rûşenî hazretlerinin büyük kardeşidir. Tire yakınında Güzelhisar köylerinden RCı-şenî köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1462 (H.867) senesinde Karaman'da vefât etti. Kendilerine âit dergâhın bahçesine defnedildi.
Şeyh Alâeddîn, doğduğu
Myitaf ArwikJop«disi
ŞEYH ALİ BEHÇET EFENDİ
köyde büyüdü. Karamanoğlu ka-neıklığında Şirvan'a gidip, orada Seyykj Yahyâ hazretlerine talebe olmakia şereflendi. Kısa zamanda vefîlik makamlarına yükseldi. Ho* casının emriyle Anadolu'ya döndü. Oradan Rumeli ye geçti. Edirne'de Sultan Fâtih Muhammed Han ile görüştü. Sultan Fâtih ve vezirlen ona talebe oldular. Daha sonra Sultan Muhammed Han Edirne'de Tunca kenannda Şeyh Alâeddîn hazretleri için bir dergâh yaptırdı. Rumeli halkını irşâd edip hak yolun bilgilerini öğretmesini istedi. Şeyh Alâeddîn hazretleri bir zarflan burada kaldıktan sonra memleketi olan Tire'ye geldi ve Karaman vilâyetine gitti. Laren-de'de irşâd ile meşgûl oldu. Dergâh ve mescidler binâ ettirdi. Sohbetleri çok tatlıydı.
Şeyh Alâeddîn hazretleri bir ara Bursa'ya geldi. Tesirli sohbetleriyle insanlara hak yolu gösterdi. Çok kimseler kendisine talebe olmakla şereflendi. O sırada Kaplıca Medresesi Müderrisi Molla Arap, Şeyh Alâeddîn hazretlerinin büyüklüğünü anlayamamış, üstelik sû-i zanda bulunmuştu. Bir gün bir mecliste Şeyh Alâeddîn hazretleri ile bir araya geldi. Aynı sû-i zan hâli içindeydi. Şeyh Alâeddîn hazretleri bir ara Molla Arab'ın yanına yaklaşıp kulağına; •Yâ Allah!" diye seslendi. Alâeddîn hazretleri kimin yüzüne baksa veya kulağına bir şey fısıldasa, o kişi Allah aşkıyla kendinden geçerdi. Molla Arab'ın da hâli öyle oldu ve yere düştü. Daha sonra
kendine gekJiğiTKte hatâsını anlayıp, Şeyh Alâeddîn hazretlennden özür diledi. Sonra da ona talebe oldu. Pekçok kimse Molla Arab'ın bu hâlini görüp tövbe ettiler ve hak yola girdiler.
1) Lam€zAt, üniversite Kütüphâneeı, No* ! 189. V 148
ŞEYH ALİ BEHÇET EFENDİ; İstanbul velîlerinden. Babası Şeyh Feyzullah Efendi, dedesi Şeyh İb-I râhim Hayrânî'dir. 1860 (H.1277) i senesinde doğdu. Küçük yaşta I tahsil hayâtına başladı. Bir taraf-! tan babasının sohbetlerinde bulunuyor, bir taraftan da ilim tahsiline devâm ediyordu. Mevlevî Esad Dede'den, Farsça edebiyât I dersi aldı. Babasının vefâtı üzeri-I ne, yerine geçti ise de bir müd-I det. Şeyh Saîd Efendi vekâleten I babasının yerine şeyhlik makâ-I mında bulundu. Fâtih Dersiâmla-j rından Urfalı Mehmed Efendinin, daha sonra Kâdirî Şeyhi Şerefüd-I dîn Efendinin sohbetlerinde bu-: lundu. Bir süre sonra Kâdiriyye ve ! Nakşibendiyye yollarında hilâfet j aldı.
Ali Behçet Efendi, 1881 (H. j 1299) senesinde babasının yerine şeyhlik makâmına oturarak, tale-I be yetiştirmekle meşgûl oldu. Blr-j kaç kere hacca gitti. Bu sırada zamânın kutbu olan İmâdüddîn I HIndî ei-Kâdirî ile görüştü ve on-, dan feyz aldı. Ali Behçet Efendi, i gâyet mütevâzî, ârif, edip, riyâzet ehli, fakirleri doyuran, güler yüzlü,
Evliyiiv AfMNüofMdM 243
ŞEYH AMR RABBANİ
ikrâm sâhibi bir zât idi. Az konu> şurdu. Çok şiir söytemiştir. Vefât târihi belli değildir. 1901 (H.1319) senesinden sonra vefât etmiştir. Kabri Topkapı taraflanndadrr. Bir na'tı şöyledir.
ZuhCırun kâinâta verd-i revnâk yâ Resûlallah
Nigâhın ehl-i ışka virdi revnâk yâ Resûlallah.
Vücûdun olmasaydı hiç vücûd bulmaz idi âlem
Vücûdun sırr-ı zât-ı hazret-i Hak yâ Resûlallah.
İder her zerre Hakkı zikr ve teşbih sırr-ı hâl ile
Senin ta’lîml sımn oldu el-Hak yâ Resûlallah.
Alıp dersi sırr-ı hilkatden gönül bulmaktır nûru
Senin nûrun cihâna virdi revnak yâ Resûlallah
Kapında abd-ı kemter Behçet dî-dânna müştak
Ümîd-i şefkatinle buldu revnak yâ Resûlallah.
1)Rwâte I Saiâhiyy* (Hüseyin Vassa^, Sü-leymAnlys Kütûphânssi, Yazma Bağışlar. No: 2320
ŞEYH AMR RABBAnÎ; Evllyâ-nın büyüklerinden. İsmi Şeyh Amr Rabbânî'dir. İran'ın Şirvan şehrinde doğdu. Doğum târihi bilinme-mektedir. 1444 (H.848) senesinde Şirvan'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Şirvan'dadır.
j Amr Rabbânî önce Şirvan'da, sonra da uzun seneler I Bağdât'ta ilim tahsil etti. Çok ze-I kî ve akıllı idi. Bir şeyi kısa zamanda okur, anlar ve ezberlerdi. İlimde mâhir, becerikli olduğu gi-bi, çeşitli sanatlan da bilirdi. Bir i gün kendi kendine; "Ey Amr!
I Sen bu derece akıllı ve becerikli-I sin. öğrenmediğin aklî ilim kal-j madı. Lâkin tasavvuf denen gö-I nül ve kalb^ ilimlerinden hiç haberin yok. Üstelik onu öğrenmeye de gayret göstermezsin." dedi. Hemen hazırlanıp ismini duyduğu Mîrim Halvetî hazretlerinin dergâhına koştu. Orada Mîrim hazretlerinin sohbetini dinledi. Lâkin anlatılanlar aklına uygun gelmedi ve oradan ayrıldı. Onun bu hâlini Mîrim Halvetî hazretlerine haber verdiklerinde; "Görüşürüz." buyurdu. Bir zaman sonra Amr Rabbânî Herat şehrine geldi. O sıralarda Mîrim Halvetî hazretleri de Külebâd'dan He-rat'a gelmişti ve orada bâzı ihtiyaçlarını gördü. Tam şehirden ayrılacağı zaman Amr'a rastladı ve; "Ey Amr! Senin istediğin şey bizdedir. Bize gidelim. Ola ki ir-şâd olursun. Kalbin açılır." buyurdu. Amr Rabbânî de, ona îtl-râz edemeyip birlikte Mîrim Halvetî hazretlerinin dergâhına gel-, diler, orada kalp gözü açıldı ve i ona talebe oldu. Nefsiyle çok ! uğraşıp, terbiyesine çalıştı. Bu gayretleri neticesinde mânevî ilimlere, yüksek makamlara kavuştu. Buyurduklan ayniyle ortaya çıkar, ne dilerse cenâb-ı Hak
244 Evüyitar AfNMdOfMdM
ŞEYH BABA RESUL
ona verirdi. Bu üstüniük haileri kendisine soruldukta; ”Bu, Aila-hü teâlânm ihsânı, söylediğim şeyler aynen çıkıyor." buyururdu.
Kendisi anlatır: "Oncelen pirinç unundan pişirilmiş bir yiyeceği üç günde bir yerdim. Başka şeyler yemezdim. Bir gün gök yüzünün seyrine daldım. O zaman kalbim açılıverdi. Zîrâ hocam yanıma gelivermişti. Bir nûr sağ kulağımdan girip diğerinden çıktı ve her yeri güneş gibi aydınlattı. Dünyâ önümde dürüldü. Sanki bir tabak içinde önüme gelmişti. Bundan sonra kimin bir işi olsa onu gidermeye ona yardım etmeye çalıştım."
1) Lemezât, SüleymAniye KütÜphAnesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 1894, v.122
ŞEYH BABA RESUL; Irak ta yetişen evliyâdan. İsmi, Baba Re-sûl bin Ahmed bin Abdüssamed bin Süleymân Karadağî'dir. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ulaşır. 1885 (H.1303) târihinde Süleymâniye kazasına bağlı Bîyden köyünde doğdu. 1946 (H.1366) târihinde Ebû Ubeyde köyünde vefât etti. Oradaki kabristanlığa defnedildi.
Baba Resûl ilk önce Molla Muhammed Beydenî'den okudu. 0 sırada babası vefât etti. Bunun üzerine onun terbiyesiyle Şeyh Hüseyin ei-Mürşid'in kız kardeşi olan annesi ilgilendi. Onu alıp Ha-
lebçe kazâsında ikâmet eden Şeyh Mahmûd'a teslim etti. Baba Resûl gençlik çağına gelinceye kadar Müftî Şeyh Mahmûd'un hi-mâyesinde ders gördü. Sonra oradaki başka medreselerde okudu. Çok sevdiği ders arkadaşı Abdülkerîm Şûrl ile birlikte civar medreselerde bir müddet ilim tahsîl etti. Sonra hocaları Molla Abdülkâdir ile birlikte Kızlarbat'a gittiler. Bir müddet orada tahsilden sonra Süleymâniye'ye döndüler. Molla Emin Mescidinde, Molla Mahmûd Kûtûî ile Şeyh Baba Ali Tekiyye'den okudular ve güzel hallere kavuştular.
Baba Resûl Süleymâniye'den Biyâre'ye bu güzel halleri ile döndü. O sıralar bu bölgeyi velHerden Şeyh Necmüddîn ve Mevlânâ Abdülkâdir irşâd ediyor ve hak yolun bilgilerini anlatıyordu. Baba Resûl, Şeyh Necmeddin’in sohbet ve derslerine katılıp olgunlaştı. Al-lahü teâlâdan korkusu fazlalaştı ve çok ibâdet etmeye başladı. Hocasının yanında ölü yıkayıcısının elindeki meyyit gibi oldu.
Baba Resûl bir yandan Mevlânâ Abdülkâdir'in derslerine de-vâm ederken, diğer yandan edindiği bilgileri tâliplere öğretiyordu. Bu şekildeki gayretiyle ilim ve fazilet sâhibi bir zât olarak yetişti.
I Kalbinde dünyâ malına rağbeti,
I sevgisi hiç kalmadı. O bölgede , ondan daha fazla dünyâ sevgisini kalbinden çıkaran görülmedi. Bu sebeple mânevi olgunluklara ve i derecelere kavuştu.
EvtiyâİM^ AnsIklopMİlsi 245
ŞEYH BAkIR BA'LEKÎ
ŞEYH CELALÜDDÎN HÜRMÂLİ
sanları zengin, varlıklı kimselerdi. Kısa zamanda Ba'lek'te de sevildi. Çok talebeleri oldu. Çok hürmet ve yardım gördü. Molla Bâkır o bölgedeki âlimlerin önde gelenlerinden kabûl edildi
Molla Bâkır, güzel ahlâkı, te-vâzuu, insanlara karşı muâmele-siyle örnek bir zât kabul edildi.
Molla Bâkır, Ba'lek’ten Biyâ-re'ye gidip oradaki Nakşibendî yolu büyüklerinden Şeyh Alâad-dîn hazretlerine katıldı. Aralarında derin bir muhabbet meydana geldi. Sonraları bu zâtı sık sık ziyâret ederek mânevî kemâlâtından, ol-gunluklanndan istifâde etti.
Abdülkerîm Muhammed el-Müderris anlatır: “Hacca gittiğimde birçok büyük zâtla tanışıp görüştüm. Bunlar içinde Molla Bâkır da vardı. Onlardan mânevî istifâdem çok oldu."
1) Ulemâünâ fî Hidmet-iMImi ved-Dîn; s. 125
ŞEYH CELÂLÜDDÎN HÜR-MÂLÎ; Irak'ta yetişen evliyâdan. İsmi Molla Celâlüddîn'dir. Seyyid olup, babası Seyyid Ali bin Seyyid Ömer Hüseynî'dir. Soyu Imâm-ı Mûsâ Kâzım hazretlerine ulaşır. Şehrezûr'a bağlı Kayneyce köyünde doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1815 (H.1231) târihinde Biyâre'de vefât etti.
çük yaştan îtlbâren İyi bir tahsîl gördü, önce Kur'ân-ı kerîmi hatmetti. Arabî ilimlen öğrendi. Bölgedeki meşhur medreselerde mütehassıs hocalardan okudu. Ulûmu aliyye adı verilen yüksek din ilimlerinde ve aklî ilimlerde olgunlaşıp icâzet (diploma) aldı ve müderris olarak Hurmal kasabasındaki Câml-i Kebîr'e müderris tâyin edildi. Buradaki hizmetleriyle hürmet ve itibâr gördü. Medresesi ve talebeleri için Hurmal çevresinde bağlar bahçeler vakfedildi.
Seyyid Molla Celâlüddîn, günlerini talebelerine ilim ve edep öğretmekle geçirdi. Dîne hizmetten bir an geri durmadı. Müslümanların müşkillerini giderdi. Za-mânındaki en meşhur âlimlerden Şeyh Abdullah ve Molla İbrâhim ile görüştü. Bu üçü o bölgede din hizmetinin üç temeli sayıldı. Etraflarında her yerden talebeler çoğaldı. İlim, amel ve ihlâs ile güzel ahlâkla, hikmetle, güzel nasîhat-lerle insanları Allahü teâlânın râzı olduğu yola çağırdılar. Fakirlerin, muhtaçların koruyucusu oldular.
! Seyyid Molla Celâlüddîn, Biyâ-I re'de zaman zaman talebeleriyle ; birlikte bahçelere temiz hava al-I mak için çıkar, meyvelenmiş I ağaçlar altında sohbetler yapar,
! bu sohbetlerinde Cennet'ten ve bahçelerinden anlatır, onları teş-I vik ederdi.
I Seyyid Molla Celâlüddîn, Kâ-* diriyye yolunâ girip bu yolun bü-Seyyid Molla Celâlüddîn kü- ! yüklerinden Şeyh Haşan Gelezer-
EvNyilar Ansikloptdlsi 247
3EYH DERVİŞ HÜSEYİN
de hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Hocasından ıcâzet (diploma) alıp, hocası onu insanları irşâd hususunda kendisine halîfe yaptı. Molla Celâlüddîn bu manevî olgunlukla, insanlara Allahü teâlâ-nın yolunda olma âdabını, haramlardan ve şüphelilerden uzaklaşmayı, nefsi temizleme yollarını öğretti.
Molla Celâlüddîn ömrünü hak yolda geçirdi. Bir yaz günü âdeti üzere Biyâre'de bahçelerde sevdikleriyle birlikte dolaşırlarken ve-fât etti. Sevdikleri onun bâzı kerâ-metlerine şâhid oldular.
Şeyh Alâeddîn anlatır: "Molla Celâlüddîn hazretleri vefât edince, sevdikleri ona kabir kazmak için gittiler. Kabir kazarlarken öğle namazını kılmayı unuttular. Vakti kaçırmak üzereyken birden nereden geldiğini anlamadıkları bir "Allahü ekber" nidâsıyla kendilerine gelerek öğle namazını ha-*tırladılar ve hemen namazlarını edâ ettiler. Bu, Seyyid hazretlerinin vefâtlanndan sonra gösterdikleri kerâmetlerindendi.
Seyyid Muhammed Emîn, Seyyid Muhammed, Seyyid Mustafa ve Seyyid Celâlüddîn Sagîr, Seyyid Molla hazretlerinin fazîlet sâhibi oğullarıdır.
1) Ulemâunâ fi Hldmet-il-İlmi ved-Dîn;
S.136
ŞEYH DERVİŞ HÖSEYİN; Ga-nîzâde lakabıyla meşhur velî. Si-
pâhi iken. Şeyh Mustafa Köstendin hazretlerine talebe olup, onun sohbetlerinde kemâle erdi. Berberlik yapardı. Dükkanında kendi hâlinde oturur, kimse ile görüş-mezdi. Kendisine yetecek kadar kazanç sağlayacağı müşteri gelirdi. O zamânın parası ile çocuklar için bir akçe, büyükler için ise bir para ücret alırdı. Fazla veren olursa, fazlasını geri verir, kabûl etmezdi. Tasavvuf hallerine dalmıştı. Gece-gündüz, y£^-kış dükkanından ayrılmazdı. İki oğlan, üç kız evlâdı vardı.
Divâne bir halde idi. Bir gün ona traş olmaya gelen bir zât, tam sakalının alt tarafını traş ederken içinden; "Bu divâne bir kimsedir. Usturayı boğazıma çalı-vermesin!" diye düşündü. Hemen kalbinden geçeni anlayıp güldü. Meraklanmamasını, gönül ehlinden kimseye zarar gelmeyeceğini söyledi.
Bir gün de, bir yerde otururken yanına biri yaklaşıp, Hüseyin Efendi, bizim Ali şimdi nerede diye yolculukta olan oğlunu sordu. Gözlerini kapayıp açarak; "Falan tepenin alt tarafında, falan derbentte bir asker ile gidiyorlar." diyerek bulunduğu yeri târif etti. Soran kimsenin oğlu Ali yolculuktan döndüğünde, Hüseyin Efendinin yerini söylediği gün o yerden geçmekte olduğunu söyledi. Böy-lece Hüseyin Efendinin, kerâmet sâhibi bir zât olduğunu anladılar.
Bir kimse bir şey sorduğunda eğer kalabalık arasında ise işi dî-
246 EvliyâlarAnsIklopedisi
ŞEYH GÂLİB DEDE
ŞEYH GÂLİB DEDE; Mevievî büyüklerinden, meşhûr şâir. İsmi Mehmed'dir. Es'ad ve Gâlib lakaplarıyla tanınmıştır. 1757 (H.1171) senesinde İstanbul'da doğdu. 1799 (H.1213) senesinde İstanbul'da vefât etti. Türbesi, Galata Mevlevîhânesindedir. Babası Mevievî yolunda yetişmiş ârif ve şâir bir zât olan Mustafa Reşîd Efendidir. Annesi Emine Hâtûn da Mevievî yolunda tasavvuf ehliydi. Babasından ders aldı. Süleymân Neşet Efendiden Farsça öğrendi. Arapçayı da öğrenip küçük yaşta tasavvufa yöneldi. Bir müddet Dî-vân-ı Hümâyûn kalemlerinden birinde çalıştı. 1784 senesinde ■ Konya'da bir müddet Mevlânâ I Dergâhında kaldı. Seyyid Ebû Be-f kir Dede'ye talebe olup, Mevievî
yolunda yetişmek için çalıştı. Sonra İstanbul'da Yenikapı Mev-levîhânesinde tasavvuftaki çalışmalarını tamamlayıp Mevievî yolunda yetişti. Seyyid Ali Nutkî Dede Efendiden hilâfet alıp, Galata Mevlevîhânesinde şeyh olarak vazifelendirildi ve ömrünün sonuna kadar bu hizmeti yürüttü. Sultan Üçüncü Selîm Han ile de dost olup, saraya sık sık gidip sohbet ederlerdi.
Şeyh Gâlip güçlü bir şâir olup, dîvân şiirinin hemen hemen bütün türlerinde şiir yazmıştır. Zengin hayal gücü, geniş kültürü, kuvvetli sanatı ve ince üslûbu ile dîvân edebiyâtının meşhur şâirlerinden olmuştur. Şiirlerinde tasavvuf? yön ağırlıktadır. Yirmi dört yaşındayken yazdığı Dîvân'ı ge-
Ş«yh Gâlib D«dt'nin y»di yıl mtşlhat makâmında bulunduğu İstanbul Galata Mavlavfhânasi.
250 EvffyüarAnalklopMJtsi
ŞEYH HALİD ZİEArÎ
Sonra Bühtan Dağı köylerinden Basret’e gitti. O sırada Bühtan aşiretlerinden iki aşiret arasında büyük kavga ortaya çıkmıştı. Bu kabileleri barıştırmaya gitti. Onları barıştırdı ve orada insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp onları irşad etti. Bu köyde bir câmi ve tekke yaptırıp orada ikâmet etti. Bulunduğu bölgede, Siirt’te ve Mardin havâlisinde nâmı duyulup, pekçok insan sohbetine geldi. Devrin ve bölgenin meşhur âlimi Molla Halil Si'rldî de merkebine binip onun bulunduğu Basret köyüne kadar gider sohbetinde bulunurdu.
Şeyh Hâlid Cezerî hazretlerinin en büyük kerâmeti, şer-i şerife tam uyması idi. Pekçok insanın saâdete kavuşmasına vesile olmuştur. Tasavufta yetiştirdiği talebelerinden iki zâta hilâfet verdi. Bunlardan biri Şeyh Hâmid Mar-dînrdir. Mardin ve havâlisinde ir-şâd ile vazifelendirildi. Diğer halîfesi Şeyh Sahih Sübkfdir.
1) Kitâbu Ahvâi-üd-Dürriyye fî Silsilet-iz-Zi-bSriyye
ŞEYH HÂLİD ZİBÂRÎ; Anadolu velîlerinden. 1826 (H.1242) senesinde doğdu. Babası Şeyh Hüseyin Efendi, Diyarbakır’da medfûn-dur. 1863 (H.1280) senesinde Şır-nak'ın Basret köyünde vefât etti. Türbesi, bu köydeki câminin yanındadır.
İlim tahsîline başlayınca, önce Kur'ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrendi. Sonra diğer ilimlerden bir mikdâr babasından okudu. Tahsîlini devâm ettirmek için çeşitli yerlere gitti. Tanze Medresesinde tahsil gördü. Bu medresede iken Minhâc üzerine bir şerh olan Şerh-i Remlî kitabından eliyle bir nüsha yazdı sonra Si-irt’e gidip, bölgenin kıymetli ve meşhur âlimi Molla Halil Si’ri-dî’nin medresesinde talebe oldu. Burada tahsîlini tamamlayıp Molla Mustafa'dan bütün ilimlerde icâzet aldı. Raşine köyündeki amcası Şeyh Abdüsselâm’ın yanına döndü. Orada Şeyh Mu-hammed Aynî’nin kerâmet sâhlbi kızı Fâtıma-ı Sâliha ile evlendi. Kayın babasından tasavvuf yolunda feyz alıp, kemâle erdi. Bu hocasının emri ile ona vekil olarak insanları irşâd için Basret köyüne gitti. Ders ve sohbetlerinde pekçok talebe toplanırdı. Pekçok âlim ve sâlih insan yetiştirmiştir.
Talebelerinin meşhurlarından ve halîfesi Şeyh Ömer Zer-kânî şöyle anlatmıştır: 'Hocam Şeyh Hâlid Zibârî hazretlerinden çeşitli ilimleri öğrenmekte olduğum sıralarda bir gün huzûrunda ders alıyordum. Başımı elimdeki kitaba eğerek, dersle meşgul olduğum sırada, başımı kaldırdım. Fakat hocamı göremedim. Sağa sola baktım. Ortalıkta görünmüyordu. Fakat ders odeisından dı-şan çıkmamıştı. Az önce karşımda oturuyordu. Şaşırdım, elinde-
Evliyilar Ansiklopedisi 253
ŞEYH HAŞAN
kİ kitab da oturduğu yerdeydi. Beni bir titreme, korku ve dehşet kapladı. Ne yapacağımı bilemiyordum. O sırada pencerenin demiri üzerine beyaz bir kuş kondu. Sonra da uçup gitti. Ben bu kuşa bakıp başımı çevirdiğimde hocamı karşımda oturur gördüm. Derse başlayıp bitirdikten sonra bana, kerâmetini gördüğüm İçin; "Bunu mümkün mertebe hiçbir yerde anlatma!" buyurdu.
Bir defâsında insanları Alla-hü teâlânın emirlerine uymaları, dünyâya düşkün olmamaları hu-sûsunda irşâd için köyleri dolaştı. Meşhur âlim Molla Muham-med Barşinî'nin köyü Barşa'ya da gitti. Sabah namazından sonra insanlara nasîhat etmek için yüksek bir yere oturdu. Huzû-runda binden fazla insan toplandı. Aralarında pekçok âlim vardı. Bu insanlara gâyet güzel vâz etti. Haramlardan sakınmaları hu-sûsunda uyardı. Fakat insanlar bu güzel ele geçmez nasihatlerden de etkilenmediler. Bu hâli görünce: "Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer şu ağaca vâzet-seydim, Allahü teâlânın azametinden dolayı yanar, yıkılırdı." diyerek karşısındaki dut ağacını gösterdi ve ağaca baktı. O sırada ağaç büyük bir gürültüyle kökünden sökülüp yere yıkıldı. Etrafa fırtına sesi gibi şiddetli bir ses yayıldı. Orada bulunan insanlar, bu hâli görünce, hayret içinde ağlaşmaya başladılar. Kalpleri uyanıp, hepsi Şeyh Hâ-
254 EvttyâlflrAn«klop«iM
lid Zibârî hazretlerinin huzûrunda tövbe ettiler.
ömrünün sonuna kadar in-sanlan İrşâd ile meşgûl oldu. Son olarak insanlara nasîhat için Cizre'ye gittiği sırada hastalandı. Oradan Basret köyüne getirildi. Bir iki gün sonra kırk iki yaşında vefât etti. Şeyh Hüseyin ve Şeyh Muhammed Hâlid onun haitfele-rindendir.
1) Kitâbu Ahvâl-üd-Dürriyye fî SlIsilet-iz-Zi-bânyye
ŞEYH HAŞAN; Meşhûr velîlerden. İsmi Haşan bin Muhammed bin Behâ'dır. Alacahisar'da doğup, büyüdü. 1609 (H.1018) senesinde vefât etti. İlim tahsîlini İstanbul'da yaptı. İstanbul'da MIrahor Zâviyesinde yerleşip zâ-hir ve bâtın ilimlerinde yetişmek için çalıştı.
Dâimâ oruç tutar, dînî ilimleri ' öğrenmek için çalışırdı. Şeyhülislâm Şeyhî Efendinin sohbetlerine devâm etti. Sonra İbrâhim Gülşenî'nin halîfelerinden Haşan Zarîfî'ye .talebe oldu. Tasavvufta epey yol katetti. Fakat tam olarak yetişmeden hocası Zarîfî Efendi vefât etti. Bunun üzerine Şeyh Yâkûb Efendinin hizmetine girdi ve talebesi oldu. Halvetiyye ve Celvetiyye yollarının feyzleri-ne kavuştu.
İlim tahsîl ettiği sıralarda kendini o kadar ilme vermişti ki. odasına girer kapısını kilitletirdi.
ŞEYH HAŞAN
BAL ŞERBETİ
Ali Dede İsminde bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün Haşan Efendi ile birlikte bir yere gidiyorduk. Yol üzerinde gayr-i müslim bir kimseye rastladık. Merkebine yük yüklemiş gidiyordu. Haşan Efendif "Ali Dede merkebin yükü nedir bir sor bakalım." dedi. Sorduğumda merkebin şarap yüklü olduğunu öğrendim ve; "Sultanım, şarapmış." dedim. "Söyle bir tas doldurup versin, dedi. Gidip gayr-i müslimden bir tas şarap aldım. Getirince; "Ali Dede iç!" dedi. Önce tered-düd etdim. Üçüncü defâ iç deyince, hatırıma şeyhin kerâ-metinin zuhür edebileceği geldi. İçmeye başladım. Fakat tastaki şarap bal şerbeti olmuştu. Bu durumu görünce hemen Haşan Efendinin elini öptüm. Şimdi tasta kalanı o şarap taşıyan gayr-i müslime ver." dedi. Götürüp verdim. Aldı içti. Haşan Efendinin kerâmetiyle şarabın bal şerbeti olduğunu gördü ve müslüman olmakla şereflendi."
rine sürüp; "Bana şarap parası ver." dedi. Parası olmadığını söylediği halde ısrar etti. Hakâ-ret dolu sözler söyleyip uzaklaştı. Biraz sonra bir kağnı arabasına çarpıp öldü.
Birisi Haşan Efendiyi hased eder ve kahvehânelerde devamlı aleyhinde konuşurdu. Bu uygunsuz davranışı üzerine Haşan Efendi onu zaman zaman îkâz ederdi. Ancak bir türlü bu huyundan vaz geçmedi. Bir gün yine aleyhinde uygunsuz sözler söyledi. Sevenlerinden biri Haşan Efendiye gidip durumu anlatınca. Haşan Efendi çok yüksek sesle ve sesi kesilinceye kadar; "Bizden vaz geçmezler mi?" diye bağırdı. O gece kendisine dil uzatıp,
aleyhinde konuşan kimsenin boğazında bir yara çıktı. Günlerce konuşamadı, sonra öldü.
Haşan Efendinin sevenlerinden Ferruh Kethüdâzâde'nin evinde yangın çıkmıştı. Yangını söndürmek için telaşla koştururken; "Hey Haşan Efendi! Hey gözümün nûru!" diye seslenip ondan mânen yardım istedi. Bu sırada hizmetçilerden biri efendim işte Haşan Efendi meydanda duruyor ve korkmayınız diyor, dedi. Sonra hizmetçi, Haşan Efendinin yanan eve girdiğini, içeri girince yangının birden söndüğünü gördü. Ferruh Kethüdâ-zâde bu hâli görüp Haşan Efendinin kerâmeti karşısında çok duygulandı. Ertesi gün huzûruna
I
ŞEYH HAŞAN
varınca, hâdiseyi gizlemesine işâret ederek; "Allah adamlarına o kadar şeyler kolaydır." buyurdu.
Sevenlerinden bir zât şöyle anlatır: Borçluydum ve bir türlü ödeyemiyordum. Alacaklılar ise devamlı sıkıştınp para istiyorlardı. Bir Cumâ günü Haşan Efendinin vâzını dinledim. Bir taraftan da içimden borcumu ödeyebilmem için duâ ettim. Vâzdan sonra Haşan Efendinin elini öpmek için hu-zûruna vardım. Bana; "Beşiktaş’ta falan yere var. Orada senin işim görürler. Durma, hemen git!" buyurdu. Beşiktaş'a gittim. Gemi kaptanı kıyâfetinde birisi beni görüp, ismimi de söyledi; "Sen falan değil misin?" dedi. Evet deyince, beni yanına alıp evine götürdü, önüme içi para dolu bir kese koydu. İçinde borcumu ödeyecek kadar para vardı. "Efendinin emri bu kadardır." dedi. Bunun üzerine; "Sana bu haberi kim verdi." diye ısrarla sordum. "Bize bir kimse gelip söylemedi. Gelmesine de lüzum yok. Bizim birimizin kalb aynasında olan düşünce diğerimizin kalb aynasında akseder. mâlum olur." dedi."
Ertesi gün öğleye kadar dervişlere sohbetiyle nasihatler yaptı. Öğleden akşama kadar böyle geçti. Akşam namazından sonra teşbih namazı kıldı. Yatsı vakti gi-nnce, yatsı namazını kıldı. Sonra sabah namazı vaktir>e kadar ibâdet ve tâatle meşgûl oldu. Sabah namazını kıldıktan sonra âdeti üzerine okuyacağı şeyleri okudu ve zikirle meşgûl oldu. Tam üç gün bu şekilde devâm etti."
Haşan Efendi enbiyâ ve evli-yâ kabirlerini çok ziyâret ederdi. Bu sebeple evliyâ türbelerinin çok bulunduğu bir yer olan Bağdat’a iki defâ gitti. Bir defâsında şöyle demiştir: "Allahü teâlâ Cennet’te bâzı kullarına lütfedip; "Ey kulla-nm! Siz dünyâda iken enbiyâ kabirlerini ve evliyâyı ziyâret etmekten hoşlanırdınız. Şimdi size izin veriyorum Cennet’teki enbiyâ ve evliyâ makamlarını dolaşın." buyurur. Ümîd ediyoruz ki, dünyâda ziyâret ettiğimiz gibi âhirette de onları ziyâret ederiz inşâallahü teâlâ." buyurdu.
Mustafa Dede adında bir yakını şöyle anlatmıştır
Haşan Efendi mübârek gecelerde bin rekat namaz kılardı. Bir defâsında berât gecesine iki gün kala yâni Şâbân ayının on üçünden on beşine kadar üç gün üç gece yemek yemedi, uyumadı. İlk gece sabaha kadar namaz kıldı.
Haşan Efendi bir Ramazan ayında Diyarbakır’a gitmişti. Oradan Bağdât’a gidecekti. O bölgenin idârecisi Nasûh Paşa tasavvuf ehline karşıydı. Gitmesi için gerekli vâsıtayı vermedi. Hattâ; "Kim onunla görüşür ve konuşursa ce-zâlandırırım." dedi. Bu sebeple görüşmekten çekiniyorlardı. Haşan Efendi dervişlerinden birine; "Bu gece meşâyıhın rûhâniyetin-den yardım isteyeceğim." dedi. O gece seher vakti talebesine;
Evttyâlar AnsHüopMtoi 257
ŞEYH HUBEYŞİ
“Derviş! Bize izin verildi. Paşanm daha ömrü varmış. Fakat sonunda başı kesilir. Sağ olanınız İstanbul'a vardığında görür.* dedi. Böyle konuşurlarken Paşadan bir adam geldi. Haşan Efendiyi dâvet ettiğini bildirdi. Meğer o gece Paşayı rüyâsında çok korkutmuşlar. Paşanın yanına gittiler. Paşa kapıya kadar inip, hürmetle karşıladı ve elini öptü. Sonra Bağdat'a gitmesi için lâzım olan vâsıtayı temin etti. Bağdat'a gidip büyüklerin makam ve türbelerini ziyâret etti. Oradan hacca gitti." Haşan Efendinin vefâtından sonra Paşanın İstanbul'da bir sebeple başı vuruldu.
Haşan Efendi hac yaptıktan sonra Yemen tarafına gitti. Orada vefât etti. Vefâtından önceki gece âdeti üzere yüz rekat namaz kıldı. Veliyyüddîn Efendi, Haşan Dede, İbrâhim Medenî, Adlî Efendi halîfeleri idi.köy yumurtası fiyatları sizin icin sunduk.


köy yumurtası

köy yumurtası fiyatları

köy yumurtası satışı

köy yumurtası

köy yumurtası fiyatları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder